Sanatın hasmı yoktur, emeğin ürünü olarak, yalnızca değerlendireni ya da değerlendiremeyeni vardır. Bu yüzden sanatı yargılamanın hukuki hiçbir zemini olamaz. Sanatçıları yargı önüne sürükleyerek, emek ürünleri sanatlarını yargılamak, bu yolla da sanal hasım yaratmak, kendi toplumlarını karanlığa sürüklemek isteyen boş inançların, boşa sarf edilmiş çabasından başka bir şey değildir. Hiçbir toplum bu vesileyle onur kazanamaz, aksine kaybedeceği çok olur.
Türkiye’de ve dünyanın değişik yerlerinde, ilkelliğin anti demokratik sistemlerin egemen olduğu her ülkede, sanat yargı önüne sürüklenmektedirler. Sanatçının emek ürünü sanatı, değerlendirenler yada değerlendiremeyenler kapsamından çıkarılarak, sanal hasımlar yoluyla, davalı konuma düşürülüp cezalandırılmak istenmektedir. Aydınlanmacı aklın verilerini kavrayamamış sistemler, yasaların zorbalığı altında, tutucu statülerin baskısıyla ve çoğu zaman yargı kadrolarının insaf ve vicdanlarını da zorlayarak, sanata, emeğin işlediği ve bir değer olarak insanlığa sunduğu çabaya ceza yağdırmaktadır. Sanatçıların özgürlüğü ile doğrudan bağıntılı olan, üretimlerinin kısırlaştırılması gibi insanlık suçu işleyen bu girişimler, ülkenin ve ülkeyle ilgili her şeyin geriletilmesine yol açan tehlikeli bir bataklıktır. Zindanlara kapatılan, sürgünlere mahkum edilen sanatçılar, emekleriyle ürettikleri değer olan sanatın aydınlığını karartmak, gerçekte bu çabanın dolaysızca etkilediği milyonların gelişimini tıkamaktır, gelecek kuşakların dinamiklerini ipotek altına almaktır. Bu çelişki, tarihin önemli çatışma öbeklerinden biridir; bu çelişkiyi aydınlanmacı aklın verileriyle çözememiş olan toplumlar, her türlü üretim dinamiklerini kısırlaştırmış, kendini kaoslara sürüklenmiş bulurlar. Acıdır ki, ülkemiz bu düzlemdedir; sanatçıları, üretken emeklerinin karşılığı olarak ya zindanda ya da yurtdışında kaçak olmaya mahkum edilmişlerdir.
3 Kasım 99’da aynı ilkel aklın temsilcileri, bölgemizin özgürlük ve uygarlık diyarı, Lübnan’ı karartma çabasındalar. Bu gün Arapların en ünlü sanatçılarından biri, yargı önüne sürüklenmiştir. Arap aleminin vicdanı, Siyonizm’e karşı haklı mücadelesinin onurlu sesi, büyük müzik ustası Marcel Khalife ve sanatı, siyasal İslam adına, tarihin hiçbir döneminde islamın gerçek mesajı olan barışı, sevgiyi temsil etmemiş şeriat adına, “kutsal ayetlerin müzik aletleriyle terennüm edilemeyeceği fetvası” adına suçlanarak, yargı önüne sürüklenmiştir. Marcel Khalife, son yirmi yılın haklı Arap davası direnişinin tüm kesitlerinde, İslamın onuru dahil, işgal edilen vatan toprakları ve insanın ahlaki yüceliğini dile getirdiği sanat çabalarıyla, üç yüz milyonu aşkın Arap ulusunun kalbinde yer edinmiştir. Dünya müzik çevrelerinin de yakından tanıdığı isimlerden biri olarak, evrenselleşmiştir. O, kendi öz kimliğinin verileriyle, taklide düşmeden dünya müzik platformunun evladı olmuştur. Terörü bir devlet politikası haline getirmiş olan Siyonizm’in işgalciliğine karşı direnen fedakar Arap halkının sesi olarak, dünya kamuoyuna ilettiği mesajla, müziğin evrenselliğini, ulusal bir çağrı haline getirmiştir. Binlerce bombadan ve kurşundan daha çok zafer kazanan notalarıyla mücadelesini yürütmüş, bölge barışına ve insanlarının dayanışma, kardeşlik ve birliğine hizmet etmiştir. Bu süreçte Marcel, tüm dinlere eşit uzaklıkta kalmıştır. Firavuna karşı mücadele eden Yahudi Musa peygamberi, Yahudi hahamlarına karşı, insanı barışla onurlandırıp, yücelten İsa peygamberi, insanlığa barış mesajını ileten Peygamber Muhammed’i, yoksulların direniş sembolü Hz. Ali’yi müziğinin notalarıyla yücelterek, halkının direnme gücüne güç katmıştır. Bunun son örneklerinden biri de; “ Ena Yusuf, ya Ebi” adlı ( Baba, Ben Yusuf’um) bestesi olmuştur.
Yusuf’un hikayesi (Kıssa’sı), bilindiği gibi tüm semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alır. Bu Kıssa’da, Yusuf’un çilesi anlatılır. Kardeşin kardeşe yaptığı zulme kaynaklık eden çıkar dünyasının insanları ve ilişkileri dile getirilir. Çıkar etrafında örülen ağların, nasıl da kardeşi kardeşe düşman yaptığı, yabancılaştırdığı konu edilir. Yusuf’un Kıssa’sı bilindiği gibi, haklının zulme karşı üstünlüğüyle, zaferiyle sonuçlanır. Kuran’da bu Kıssa, ayrı bir Sûre ( Yusuf Sûresi ) olarak yer alır. Tevrat’taki anlatım, olduğu gibi, aynı amaçla, Kuran’da da dile gelir. Bu Kıssa’yı, ünlü Filistinli şair Mahmut Derviş bir divan olarak şiirleştirir. Marcel de, bunu bir müzik şaheserine dönüştürür. Yusuf’un babası Yakub’a, “ Vahşi kurdun merhameti, beni kuyuya atıp, sana kanlı gömleğimi göstererek kurdu itham eden kardeşlerimin merhametinden çoktur, baba “ dizeleri terennüm edilir. Bu günün maddi çıkar dünyasının tüm çirkefliği, bu dizelerde Marcel’in sesi ve notalarıyla belleklere işlenir.
İki yıl önce üretilen bu sanat şaheseri, siyasal İslamın, dünyanın her alanında dökülmeye başladığı, barbarlığının tüm çirkefliğiyle ortaya çıkmaya başladığı bir kesitte saldırıya uğradı. Bu zamanlama, gerçekte sanat düşmanlarının çifte standartlarına olduğu kadar, açmazlarını örtmek için alın teri emek ürünü sanatın yaratıcıları olan, sanatçıları uygun kurban sanma ve seçme basitliklerine de önemli bir göstergedir. Tarih boyunca dünyanın her alanında sanatçının uğradığı kıyımın, Engizisyon hakimi cellatlara karşı onur savaşının, 21. Yüzyıla girerken de devam ettiğini dehşetle izlemekteyiz. Lübnan’da sanatçı Marcel Khalife’ye ve sanatına yapılmak istenen de budur.
Ancak bu oyun, tarihin derslerini bilmeyen ilkellerin başına yıkıldı. Tüm Arap ulusu, sivil etkinlikleri, hatta samimi din adamları top yekûn, özgür ve çağdaş Lübnan’ı, bu kara lekeden kurtarmak için ayağa kalktı. Fetva mercii siyasal İslam çevrelerinin bu karanlık girişimi, kendilerini yargılayan bir davaya dönüştürüldü. Uygar bir ulusun, bilinçli, kültürlü ve siyasallaşmış insanları, sanatçılarını yalnız bırakmadı. Hiç beklenmedik yerlerden; Suudi Arabistan’dan, Haliç ülkelerine kadar, Arap aleminin tüm sivil toplum etkinlikleri ayağa kalktı. “Uygarlığa açılan pencere” saydıkları Lübnan’ı, Ortaçağ karanlıklarına sürükleyerek kapatmak isteyenlere geçit tanımayacaklarını ilan ettiler. Ve bu gün, 3 Kasım 99’da görülecek dava için, Beyrut’ta mahkeme binası önünde geceden başlayan yığılma, binlerce insanın sanatçısına sahip çıkmak üzere omuz omuza vermesine yol açtı. Bu gelişme, sahtekarların, din adına, sanatı yargılama pervasızlığına ağır bir tokat indirdi, haddini bildirdi.
Sanatçısına sahip çıkan Arap halkı, sanatı ve sanatçıyı yargılayarak ülkelerini karanlığa sürüklemek isteyenleri kendi yarattıkları bataklığa gömdüler. Bu karanlık çevreler, panik içinde yarattıkları bataklıktan nasıl kurtulabileceklerinin telaşına düştüler. Bir orta yol bulunup, sorunun kapatılması için mahkemeyi erteleyip, çirkin teklifler yapmaya koyuldular. Bu onursuzlara, Marcel’in verdiği cevap netti; “ Sanatın hasmı olmaz, değerlendireni ya da değerlendiremeyeni vardır. Dolayısıyla bir sanat üretmeni olarak ne kavgalı olduğum ne de barışmam gereken bir karşıtım yoktur” diyerek çirkin teklifleri elinin tersiyle itmiştir.
Uygar bir ulus olarak Arapların, aydınlanma çağını yakalamış kültür kuşaklarınca, sanatçısına sahip çıkışı, bölgemizin tüm ulusları için önemli bir referans olmalıdır. Buradan Türkiye’nin onurlu insanlarını, bölgemizin sanat ve sanatçı değerlerine destek olmaya çağırırken, sanatçılarımıza daha gerçekçi ve aydınlanmacı aklın özverileriyle sahip çıkmaya davet ediyorum.