BÜLENT ERSOY KADAR ERDEMLİ OLABİLMEK KRAL ÇIPLAKTIR DEYİP SAVAŞA KARŞI TAVIR ALMAK ...

Bu satırların yazarı yeryüzünde Bülent Ersoy için en son yazı yazacak kişidir. Ama şimdi destek yazısını yazmakta geç kaldığını anlayan ilk kişidir. Bir zalim savaş ortamındayız, bir ahlaksız ve pervasız cehennemi halklarımıza reva gören akılların sultası altındayız. Ortak ülkemizin vatandaşları üzerine, dış güçlerden aldığı yardım ve icazetle, top tüfek uçak ve bilcümle ölüm kusan aparatlarla, üstelik sınır ötesi operasyon düzenleyecek kadar vasıfsız bir kinle savaş yürüten bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız. Düne kadar birbiriyle çıkar çatışması içinde olan AKP ve ORDU ırkçılık, milliyetçilik, ulusalcılık adı altında kendi vatandaşları olan Kürtlere ölümü, yıkım ve kıyımı reva görmektedirler. Bunu da emir komuta zincirinin beyinsiz yaptırımlarına ve korkutmalarına bel bağlayarak, zorunlu askerlik yasasının emirleri altına yığdığı gençleri ölüme sürmektedirler. Kardeşi kardeşe katletmeye mahkum edilmektedir. Buna dur diyenler, terörist ya da terör destekçisi diye kovuşturulmakta işkence, zindan ve bin bir baskıyla susturulmaya çalışılmaktadır. Aydın onuru ve erdemi ise, bu gidişe sessiz kalmakta boynu bükük bir aciz içinde olaylara seyirci ya da şakşakçı olmaktadır. Bilim adamları, sanatçılar, ilericiler birey bazında yüz akıl olacak hiç bir tutum ortaya koyamamaktadırlar. Herkesin boyun eğdiği bir noktada 'ana' bile olmayan ve hiç bir zaman olamayacak olan Bülent Ersoy, halkının duyarlı bir sanatçısı olarak 'Kral çıplaktır' dedi. Ve bunu demesiyle de, yer yerinden oynadı. Kovuşturulmaya başlandı, insani erdemden nasibini alamamış çeyrek aydınlardan da tepki gördü. Ancak bir uyarıydı, bir mesajdı yaptığı. Bu mesaj halkların, Anadolu mozaiğinin yüreğine, beynine sağlam şekilde ulaştı ve yer etti. Kimi zaman haksız da olsa cinsel tercihleri nedeniyle, tiksintiyle yaklaşılan sanatçı Bülent Ersoy, gerçek bir anne, gerçek bir kadın, dik duruşuyla, ortaya attığı çığlıkla gerçek bir halk sever, insan olduğu dosta düşmana aynen beyan görülmüş oldu. Bülent Ersoy; ""Eğer çocuk doğurmuş olsaydım; birileri masa başında 'Sen bunu yapacaksın, o da bunu yapacak' diyecek, ben de doğurduğum çocuğu toprağa vereceğim. Var mı böyle bir şey? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, hiçbir zaman da olamayacağım. Ama insanım; insan olarak onları toprağa vermek... O anaların yüreğinin nasıl alev alev, cayır cayır yandığını ben anlayamam, ama anneler anlar. Bu normal şartlar altında bir savaş değil. Orası yazıyor, herkes de onu oynamak mecburiyetinde kalıyor. Entrika var bunun ucunda, entrikalarla başa çıkamaz...Şehitler ölmez vatan bölünmez’ hep aynı klişe laflar. Hep bunu söylüyoruz zaten. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, cenazeler… Klişeleşmeş laflar…" dedi. Bu cümleler, bir aklın haykırışı olarak, savaş karşıtı bir tutumdur. Siyasi söylemlerin bir özet haykırışı gibidir. Bu haykırış aynı zamanda, bu günün can alıcı sorununa parmak basmaktır. Anaların yanık yüreğinin sesi olmak, başına gelebilecek belalara meydan okuyarak haklı bir söylemin arkasında durmak demektir. Çoğalmasını beklediğimiz ses, gerçek barışın sevgiyle örülmüş ortak yaşamın sesi budur. Ancak bu yürekte sanatçılarımız, aydınlarımız o kadar az ki, bu azlığın verdiği şımarıklıkla pervasızlaşan savaşın karanlık prensleri acımasızca, tarihi kinleri düşmanlıkları ölümü ve lanetleri halklarımızın ruhlarına taşa nakış işler gibi işlemektedir. Bülent Ersoy bu çıkışı yapacak en son kişi sınılırdı. Ancak görüldü ki, duyarlı olmak için, halkının yürekli sesi olmak için gerçek sanatçı olmak yetiyormuş. Bülent Ersoy benim gibi yüz binlerin nezdinde de gerçek bir halk sanatçısı, erdemli bir halk sever insan olarak kendini ortaya koymuş oldu. Bunun bedelinden de hiç korkmadan 'kral çıplaktır' dedi. Kral gerçekten de çıplaktı. Çıplak kralın şaşkınlığı bundandır, saldırıları bundandır, kovuşturma ve ceza sopasıyla susturma gibi beyhude çabaları bundandır. Ersoy tüm analar adına gerekeni söyledi. Bu noktandan geriye dönülecek bir yerde kalmadı. Ersoy'un haykırışı anaların ahını dile getirmek kadar, şer ilkelliğiyle, dayatmaları ve kanlı saldırganlıklarıyla halkların başına siyasi tasallut kuranlara, başımızdan defolun gidin dedi. Bu vatan vatandaşları için vardır, insan olmadan anaların mutluluğu kalıcı olmadan, ne vatan ne de ona ait bir değerin önemi yoktur dedi. Bir gece eğlencesindeki bu çığlığın görkemli doruklarında biz gerçek sanatçının ne kadar anlamlı ve güçlü bir mesajla baskıcıları sarsabileceğine tanık olduk. Sağ olasın Bülent Ersoy. Onur ve erdemden nasibini almış tüm sanatçılar bu analar sizi bekler, Duayen olmak işte tastamam budur; korkusuzca, her tehlikeye göğüs gererek kefaretlere pabuç bırakmadan, halkın sesi, anaların sesi olmaktır. Bir çiçekle bahar geldi imajından kaçınmak, Bülent Ersoy'u bir tutumla bir yere koymak hatasına düşmemek için de iki umudumu dile getirmek istiyorum. Birincisi; Nilüfer Zengin'in bianet'te çıkan makalesinde güzelce dile gelmiştir " Umuyorum ki Bülent Ersoy üzerinde kurulan baskı ve tacizden yılmayacak ve "yanlış bir şey söylediği" hissine kapılarak insan yaşamından ve barıştan yana olmak dışında bir kusuru olmayan sözlerinden caymayacak.. Kaldı ki cayarsa bile, onu anlayacağım ve bir kere kurulmuş o değerli cümlelerin değerinden şüphe etmeyeceğim..." İkincisi; Ersoy'un bu çizgide tutarlı ve kendisiyle çelişmeyecek bu duruşun sonuçlarıyla taçlanmasını umut ediyorum. Bir çiçekle baharın gelmeyeceğini bilerek, Ersoy'dan bu tutumuyla sanatçı camiasına taşıdığı çiçeği, daha çok tutumlarla çiçek bahçesine, gerçek bir bahara dönüştürme kararlılığı göstermesini umud ediyorum...

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ
"politikanın hoyrat biçmi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir" (C.V.Clausewitz)

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

ORDULAR VE ÜLKÜLER Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir. Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır. Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır. İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır. Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir. Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!? Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur. Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır. Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir. Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.

4 Ağustos 2008 Pazartesi

Sanatı yargılayamazsınız!...


Mihrac Ural

3 Kasım 1999

Sanatın hasmı yoktur, emeğin ürünü olarak, yalnızca değerlendireni ya da değerlendiremeyeni vardır. Bu yüzden sanatı yargılamanın hukuki hiçbir zemini olamaz. Sanatçıları yargı önüne sürükleyerek, emek ürünleri sanatlarını yargılamak, bu yolla da sanal hasım yaratmak, kendi toplumlarını karanlığa sürüklemek isteyen boş inançların, boşa sarf edilmiş çabasından başka bir şey değildir. Hiçbir toplum bu vesileyle onur kazanamaz, aksine kaybedeceği çok olur.




Türkiye’de ve dünyanın değişik yerlerinde, ilkelliğin anti demokratik sistemlerin egemen olduğu her ülkede, sanat yargı önüne sürüklenmektedirler. Sanatçının emek ürünü sanatı, değerlendirenler yada değerlendiremeyenler kapsamından çıkarılarak, sanal hasımlar yoluyla, davalı konuma düşürülüp cezalandırılmak istenmektedir. Aydınlanmacı aklın verilerini kavrayamamış sistemler, yasaların zorbalığı altında, tutucu statülerin baskısıyla ve çoğu zaman yargı kadrolarının insaf ve vicdanlarını da zorlayarak, sanata, emeğin işlediği ve bir değer olarak insanlığa sunduğu çabaya ceza yağdırmaktadır. Sanatçıların özgürlüğü ile doğrudan bağıntılı olan, üretimlerinin kısırlaştırılması gibi insanlık suçu işleyen bu girişimler, ülkenin ve ülkeyle ilgili her şeyin geriletilmesine yol açan tehlikeli bir bataklıktır. Zindanlara kapatılan, sürgünlere mahkum edilen sanatçılar, emekleriyle ürettikleri değer olan sanatın aydınlığını karartmak, gerçekte bu çabanın dolaysızca etkilediği milyonların gelişimini tıkamaktır, gelecek kuşakların dinamiklerini ipotek altına almaktır. Bu çelişki, tarihin önemli çatışma öbeklerinden biridir; bu çelişkiyi aydınlanmacı aklın verileriyle çözememiş olan toplumlar, her türlü üretim dinamiklerini kısırlaştırmış, kendini kaoslara sürüklenmiş bulurlar. Acıdır ki, ülkemiz bu düzlemdedir; sanatçıları, üretken emeklerinin karşılığı olarak ya zindanda ya da yurtdışında kaçak olmaya mahkum edilmişlerdir.


3 Kasım 99’da aynı ilkel aklın temsilcileri, bölgemizin özgürlük ve uygarlık diyarı, Lübnan’ı karartma çabasındalar. Bu gün Arapların en ünlü sanatçılarından biri, yargı önüne sürüklenmiştir. Arap aleminin vicdanı, Siyonizm’e karşı haklı mücadelesinin onurlu sesi, büyük müzik ustası Marcel Khalife ve sanatı, siyasal İslam adına, tarihin hiçbir döneminde islamın gerçek mesajı olan barışı, sevgiyi temsil etmemiş şeriat adına, “kutsal ayetlerin müzik aletleriyle terennüm edilemeyeceği fetvası” adına suçlanarak, yargı önüne sürüklenmiştir. Marcel Khalife, son yirmi yılın haklı Arap davası direnişinin tüm kesitlerinde, İslamın onuru dahil, işgal edilen vatan toprakları ve insanın ahlaki yüceliğini dile getirdiği sanat çabalarıyla, üç yüz milyonu aşkın Arap ulusunun kalbinde yer edinmiştir. Dünya müzik çevrelerinin de yakından tanıdığı isimlerden biri olarak, evrenselleşmiştir. O, kendi öz kimliğinin verileriyle, taklide düşmeden dünya müzik platformunun evladı olmuştur. Terörü bir devlet politikası haline getirmiş olan Siyonizm’in işgalciliğine karşı direnen fedakar Arap halkının sesi olarak, dünya kamuoyuna ilettiği mesajla, müziğin evrenselliğini, ulusal bir çağrı haline getirmiştir. Binlerce bombadan ve kurşundan daha çok zafer kazanan notalarıyla mücadelesini yürütmüş, bölge barışına ve insanlarının dayanışma, kardeşlik ve birliğine hizmet etmiştir. Bu süreçte Marcel, tüm dinlere eşit uzaklıkta kalmıştır. Firavuna karşı mücadele eden Yahudi Musa peygamberi, Yahudi hahamlarına karşı, insanı barışla onurlandırıp, yücelten İsa peygamberi, insanlığa barış mesajını ileten Peygamber Muhammed’i, yoksulların direniş sembolü Hz. Ali’yi müziğinin notalarıyla yücelterek, halkının direnme gücüne güç katmıştır. Bunun son örneklerinden biri de; “ Ena Yusuf, ya Ebi” adlı ( Baba, Ben Yusuf’um) bestesi olmuştur.



Yusuf’un hikayesi (Kıssa’sı), bilindiği gibi tüm semavi dinlerin kutsal kitaplarında yer alır. Bu Kıssa’da, Yusuf’un çilesi anlatılır. Kardeşin kardeşe yaptığı zulme kaynaklık eden çıkar dünyasının insanları ve ilişkileri dile getirilir. Çıkar etrafında örülen ağların, nasıl da kardeşi kardeşe düşman yaptığı, yabancılaştırdığı konu edilir. Yusuf’un Kıssa’sı bilindiği gibi, haklının zulme karşı üstünlüğüyle, zaferiyle sonuçlanır. Kuran’da bu Kıssa, ayrı bir Sûre ( Yusuf Sûresi ) olarak yer alır. Tevrat’taki anlatım, olduğu gibi, aynı amaçla, Kuran’da da dile gelir. Bu Kıssa’yı, ünlü Filistinli şair Mahmut Derviş bir divan olarak şiirleştirir. Marcel de, bunu bir müzik şaheserine dönüştürür. Yusuf’un babası Yakub’a, “ Vahşi kurdun merhameti, beni kuyuya atıp, sana kanlı gömleğimi göstererek kurdu itham eden kardeşlerimin merhametinden çoktur, baba “ dizeleri terennüm edilir. Bu günün maddi çıkar dünyasının tüm çirkefliği, bu dizelerde Marcel’in sesi ve notalarıyla belleklere işlenir.



İki yıl önce üretilen bu sanat şaheseri, siyasal İslamın, dünyanın her alanında dökülmeye başladığı, barbarlığının tüm çirkefliğiyle ortaya çıkmaya başladığı bir kesitte saldırıya uğradı. Bu zamanlama, gerçekte sanat düşmanlarının çifte standartlarına olduğu kadar, açmazlarını örtmek için alın teri emek ürünü sanatın yaratıcıları olan, sanatçıları uygun kurban sanma ve seçme basitliklerine de önemli bir göstergedir. Tarih boyunca dünyanın her alanında sanatçının uğradığı kıyımın, Engizisyon hakimi cellatlara karşı onur savaşının, 21. Yüzyıla girerken de devam ettiğini dehşetle izlemekteyiz. Lübnan’da sanatçı Marcel Khalife’ye ve sanatına yapılmak istenen de budur.





Ancak bu oyun, tarihin derslerini bilmeyen ilkellerin başına yıkıldı. Tüm Arap ulusu, sivil etkinlikleri, hatta samimi din adamları top yekûn, özgür ve çağdaş Lübnan’ı, bu kara lekeden kurtarmak için ayağa kalktı. Fetva mercii siyasal İslam çevrelerinin bu karanlık girişimi, kendilerini yargılayan bir davaya dönüştürüldü. Uygar bir ulusun, bilinçli, kültürlü ve siyasallaşmış insanları, sanatçılarını yalnız bırakmadı. Hiç beklenmedik yerlerden; Suudi Arabistan’dan, Haliç ülkelerine kadar, Arap aleminin tüm sivil toplum etkinlikleri ayağa kalktı. “Uygarlığa açılan pencere” saydıkları Lübnan’ı, Ortaçağ karanlıklarına sürükleyerek kapatmak isteyenlere geçit tanımayacaklarını ilan ettiler. Ve bu gün, 3 Kasım 99’da görülecek dava için, Beyrut’ta mahkeme binası önünde geceden başlayan yığılma, binlerce insanın sanatçısına sahip çıkmak üzere omuz omuza vermesine yol açtı. Bu gelişme, sahtekarların, din adına, sanatı yargılama pervasızlığına ağır bir tokat indirdi, haddini bildirdi.


Sanatçısına sahip çıkan Arap halkı, sanatı ve sanatçıyı yargılayarak ülkelerini karanlığa sürüklemek isteyenleri kendi yarattıkları bataklığa gömdüler. Bu karanlık çevreler, panik içinde yarattıkları bataklıktan nasıl kurtulabileceklerinin telaşına düştüler. Bir orta yol bulunup, sorunun kapatılması için mahkemeyi erteleyip, çirkin teklifler yapmaya koyuldular. Bu onursuzlara, Marcel’in verdiği cevap netti; “ Sanatın hasmı olmaz, değerlendireni ya da değerlendiremeyeni vardır. Dolayısıyla bir sanat üretmeni olarak ne kavgalı olduğum ne de barışmam gereken bir karşıtım yoktur” diyerek çirkin teklifleri elinin tersiyle itmiştir.




Uygar bir ulus olarak Arapların, aydınlanma çağını yakalamış kültür kuşaklarınca, sanatçısına sahip çıkışı, bölgemizin tüm ulusları için önemli bir referans olmalıdır. Buradan Türkiye’nin onurlu insanlarını, bölgemizin sanat ve sanatçı değerlerine destek olmaya çağırırken, sanatçılarımıza daha gerçekçi ve aydınlanmacı aklın özverileriyle sahip çıkmaya davet ediyorum.