BÜLENT ERSOY KADAR ERDEMLİ OLABİLMEK KRAL ÇIPLAKTIR DEYİP SAVAŞA KARŞI TAVIR ALMAK ...

Bu satırların yazarı yeryüzünde Bülent Ersoy için en son yazı yazacak kişidir. Ama şimdi destek yazısını yazmakta geç kaldığını anlayan ilk kişidir. Bir zalim savaş ortamındayız, bir ahlaksız ve pervasız cehennemi halklarımıza reva gören akılların sultası altındayız. Ortak ülkemizin vatandaşları üzerine, dış güçlerden aldığı yardım ve icazetle, top tüfek uçak ve bilcümle ölüm kusan aparatlarla, üstelik sınır ötesi operasyon düzenleyecek kadar vasıfsız bir kinle savaş yürüten bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız. Düne kadar birbiriyle çıkar çatışması içinde olan AKP ve ORDU ırkçılık, milliyetçilik, ulusalcılık adı altında kendi vatandaşları olan Kürtlere ölümü, yıkım ve kıyımı reva görmektedirler. Bunu da emir komuta zincirinin beyinsiz yaptırımlarına ve korkutmalarına bel bağlayarak, zorunlu askerlik yasasının emirleri altına yığdığı gençleri ölüme sürmektedirler. Kardeşi kardeşe katletmeye mahkum edilmektedir. Buna dur diyenler, terörist ya da terör destekçisi diye kovuşturulmakta işkence, zindan ve bin bir baskıyla susturulmaya çalışılmaktadır. Aydın onuru ve erdemi ise, bu gidişe sessiz kalmakta boynu bükük bir aciz içinde olaylara seyirci ya da şakşakçı olmaktadır. Bilim adamları, sanatçılar, ilericiler birey bazında yüz akıl olacak hiç bir tutum ortaya koyamamaktadırlar. Herkesin boyun eğdiği bir noktada 'ana' bile olmayan ve hiç bir zaman olamayacak olan Bülent Ersoy, halkının duyarlı bir sanatçısı olarak 'Kral çıplaktır' dedi. Ve bunu demesiyle de, yer yerinden oynadı. Kovuşturulmaya başlandı, insani erdemden nasibini alamamış çeyrek aydınlardan da tepki gördü. Ancak bir uyarıydı, bir mesajdı yaptığı. Bu mesaj halkların, Anadolu mozaiğinin yüreğine, beynine sağlam şekilde ulaştı ve yer etti. Kimi zaman haksız da olsa cinsel tercihleri nedeniyle, tiksintiyle yaklaşılan sanatçı Bülent Ersoy, gerçek bir anne, gerçek bir kadın, dik duruşuyla, ortaya attığı çığlıkla gerçek bir halk sever, insan olduğu dosta düşmana aynen beyan görülmüş oldu. Bülent Ersoy; ""Eğer çocuk doğurmuş olsaydım; birileri masa başında 'Sen bunu yapacaksın, o da bunu yapacak' diyecek, ben de doğurduğum çocuğu toprağa vereceğim. Var mı böyle bir şey? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, hiçbir zaman da olamayacağım. Ama insanım; insan olarak onları toprağa vermek... O anaların yüreğinin nasıl alev alev, cayır cayır yandığını ben anlayamam, ama anneler anlar. Bu normal şartlar altında bir savaş değil. Orası yazıyor, herkes de onu oynamak mecburiyetinde kalıyor. Entrika var bunun ucunda, entrikalarla başa çıkamaz...Şehitler ölmez vatan bölünmez’ hep aynı klişe laflar. Hep bunu söylüyoruz zaten. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, cenazeler… Klişeleşmeş laflar…" dedi. Bu cümleler, bir aklın haykırışı olarak, savaş karşıtı bir tutumdur. Siyasi söylemlerin bir özet haykırışı gibidir. Bu haykırış aynı zamanda, bu günün can alıcı sorununa parmak basmaktır. Anaların yanık yüreğinin sesi olmak, başına gelebilecek belalara meydan okuyarak haklı bir söylemin arkasında durmak demektir. Çoğalmasını beklediğimiz ses, gerçek barışın sevgiyle örülmüş ortak yaşamın sesi budur. Ancak bu yürekte sanatçılarımız, aydınlarımız o kadar az ki, bu azlığın verdiği şımarıklıkla pervasızlaşan savaşın karanlık prensleri acımasızca, tarihi kinleri düşmanlıkları ölümü ve lanetleri halklarımızın ruhlarına taşa nakış işler gibi işlemektedir. Bülent Ersoy bu çıkışı yapacak en son kişi sınılırdı. Ancak görüldü ki, duyarlı olmak için, halkının yürekli sesi olmak için gerçek sanatçı olmak yetiyormuş. Bülent Ersoy benim gibi yüz binlerin nezdinde de gerçek bir halk sanatçısı, erdemli bir halk sever insan olarak kendini ortaya koymuş oldu. Bunun bedelinden de hiç korkmadan 'kral çıplaktır' dedi. Kral gerçekten de çıplaktı. Çıplak kralın şaşkınlığı bundandır, saldırıları bundandır, kovuşturma ve ceza sopasıyla susturma gibi beyhude çabaları bundandır. Ersoy tüm analar adına gerekeni söyledi. Bu noktandan geriye dönülecek bir yerde kalmadı. Ersoy'un haykırışı anaların ahını dile getirmek kadar, şer ilkelliğiyle, dayatmaları ve kanlı saldırganlıklarıyla halkların başına siyasi tasallut kuranlara, başımızdan defolun gidin dedi. Bu vatan vatandaşları için vardır, insan olmadan anaların mutluluğu kalıcı olmadan, ne vatan ne de ona ait bir değerin önemi yoktur dedi. Bir gece eğlencesindeki bu çığlığın görkemli doruklarında biz gerçek sanatçının ne kadar anlamlı ve güçlü bir mesajla baskıcıları sarsabileceğine tanık olduk. Sağ olasın Bülent Ersoy. Onur ve erdemden nasibini almış tüm sanatçılar bu analar sizi bekler, Duayen olmak işte tastamam budur; korkusuzca, her tehlikeye göğüs gererek kefaretlere pabuç bırakmadan, halkın sesi, anaların sesi olmaktır. Bir çiçekle bahar geldi imajından kaçınmak, Bülent Ersoy'u bir tutumla bir yere koymak hatasına düşmemek için de iki umudumu dile getirmek istiyorum. Birincisi; Nilüfer Zengin'in bianet'te çıkan makalesinde güzelce dile gelmiştir " Umuyorum ki Bülent Ersoy üzerinde kurulan baskı ve tacizden yılmayacak ve "yanlış bir şey söylediği" hissine kapılarak insan yaşamından ve barıştan yana olmak dışında bir kusuru olmayan sözlerinden caymayacak.. Kaldı ki cayarsa bile, onu anlayacağım ve bir kere kurulmuş o değerli cümlelerin değerinden şüphe etmeyeceğim..." İkincisi; Ersoy'un bu çizgide tutarlı ve kendisiyle çelişmeyecek bu duruşun sonuçlarıyla taçlanmasını umut ediyorum. Bir çiçekle baharın gelmeyeceğini bilerek, Ersoy'dan bu tutumuyla sanatçı camiasına taşıdığı çiçeği, daha çok tutumlarla çiçek bahçesine, gerçek bir bahara dönüştürme kararlılığı göstermesini umud ediyorum...

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ
"politikanın hoyrat biçmi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir" (C.V.Clausewitz)

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

ORDULAR VE ÜLKÜLER Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir. Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır. Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır. İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır. Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir. Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!? Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur. Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır. Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir. Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.

20 Şubat 2008 Çarşamba

ANA DİLİMİZDE ÖZGÜRLÜK-Ocalan'a özgürlük



20 şubat 2008



ANADİLİMİZE ÖZGÜRLÜK


Mihrac Ural



Bilgi ve enformasyon çağının dünyayı küçük bir köy haline dönüştürdüğü bir kesitte, insani değerler manzumesinin tamamlayıcı en önemli öğesi olan dillerin korunmasının çok daha elverişli şartlara kavuşması kadar, daha da zalimce yok edilme riskiyle karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Küreselleşme çağı, tek boyutlu eğilimlerin diğerlerini yok etme, eritme çağı hiç değildir. Tersine daha iyi korunabilmesi için sonsuz olanaklar çağıdır. Ancak amaçları insanlık erdem ve değerlerinin dışında olanlar, üretimden çok, her türden üretimin bir talan furyası içinde sömürü çarkına dönüşmesini isteyenler; küresel üretime karşı giriştikleri küresel yıkımlarla, savaşlarla sürdürülen, askeri-siyasi-ekonomik-sosyal tasallutları dilleri korumasız konumda bırakmakta, yok oluşlarını hızlandırmaktadır. Anadiller kurbanlık koyunların derisi yüzülür gibi, halklarından ve haklarından koparılmaktadır. İnsanlık kolektif aklının ürettiği dev olanaklar, bir koruma, güçlendirme aracı olmak ve dünyamızı artan oranda renklendirecek öğeleri besleme işlevine yükseltilmek yerine, bir tutsaklık aracı haline dönüştürülüp, anadillerin dinamikleri yok edilmektedir. Dünyayı birleşik bir pazar olarak değil, tek bir odağın tutsağı olan bir tek pazar haline dönüştürme çabasının dayattığı tek dilli bir dünya adaletsizliğine yönelenler, var olma direnci son demine dayanmış anadillere merhamet darbesi indirmekte tereddüt etmemektedir. Anadilleri saran bu kaygı gerçekçi bir kaygıdır.
Pazarların zalim kar hırslarıyla açılması için tek dilli, tek renkli, tek boyutlu bir dünya dayatması, bu düzeneğin gelip tıkandığı yerde oluşan bir zulüm tablosu olmuştur. Bu minvalde ortak siyasal yaşamın paylaşıldığı uydu sistemlerde durum çok daha feci bir pervasızlıkla sürdürülmeye çalışılmaktadır. Ülkemiz ki, ilkel akılların esiri olarak bunlardan biri durumundadır. Anadolu’yu tarihe, yaşama ilk kez açan anadillerin önemli bir çoğunluğu bu gün yok edilmiştir, geride kalanları yok etmek için de inanılmaz baskılar ve yasaklar işletilmektedir. Oysa gelişen yeni uygarlık, küresel üretim uygarlığı, bilgi çağının uygarlığı bunun tersini -anadillerin daha dinamik olmalarını, kendi orijinaliteleriyle insanlık denilen ortak ailenin etken bir unsuru olarak katkı yapabilecek olanakları- sunmaktadır. Bilgisayarlar çağının dilleri birbirine olağanüstü kolaylıkla çevirebilen, bilgileri hafızalarıyla küçük ceplerde taşınabilir kılan kolaylıklarıyla, iletişim teknolojisinin evreni bir ev içi yakınlığa dönüştüren etkinlikleriyle, anadiller büyük bir yaşam kaynağı bulmuştur. Bilgi ve enformasyon çağı, kültür üretim zincirinin olmasa olmaz koşulu anadiller için bir can simidi olarak işlevler taşımaktadır. Bu kaynak kültür ürünü değerlerin farklı verileriyle tüm insanlık için birer birikim ve yeni ufuktur, zenginliktir. Türümüzü ve doğamızı koruma kaygısı taşımayan güç uygarlıkları, anadil konusunda da olduğu gibi, uygarlık güçleriyle sürekli çatışma halindedir.
Bu tablonun ülkemiz boyutu ise çok daha vahimdir. Gerçek, kaba, insafsız ve pervasız bir hoyratlıkla anadil soykırımları yapılmıştır. Yapılmaya da devam edilmektedir. Bu, katıksız bir bölücülükle, eşitsiz ve adaletsizce, tek boyutlu ırkçı, milliyetçi ve en sonunda ulusalcı akıl ilkelliğiyle yapılmaktadır. Anadolu bu yanıyla, tarihin en acımasız anadil kıyımına uğramış bir coğrafyanın dramını yaşamaktadır. Kendi etnik egemenlerinin tarih dışı akılları sonucu, geç kalmış uluslaşma süreçlerini tamamlama adına, tarihin en zengin anadiller yurdu olan coğrafyamızda tüm anadiller yasaklanmış, tek pazar, tek bayrak, tek devlet, tek ırk ve tek millet inşası için tüm ayrı varlıklar kökten yok edilmek istenmiştir. Bunda da, soykırım suçu gibi suçlar işlenmiştir, Anadolu’nun en kadim dilleri yasaklar ve baskılar sonucu yok edilmiştir.
Çağrımız,
bu anlayışa destek verme çağrısıdır,
birlik sevgi ve barış çağrısıdır,
kendini savunma, doğal bir hakkı talep etme çağrısıdır.





*
ANADİL ÖZGÜRLÜĞÜ İSTİYORUM O BENİM KİMLİĞİM, BEN DE BİR AYRI VARLIĞIM SEN GİBİ !..




Anadilimi insanlık bilgi birikimine aktaran alfabem budur. Bu alfabe için ünlü şairler "yasemin dalları gibi kıvrak ve narin" (Nizar Kabbani) dediler, karmaşıkmış gibi görülmesin, çok kolay ve anlatım için çok rahat bir alfabedir anadilimin alfabesi. Alfabeli dillerden bir eksiği olmayan anadilimin özgürlüğü bir haktır. Bu hak insanın özgür doğması kadar doğal bir haktır. Onu siyaset yasaklamıştır. Siyaset ise karmaşık çıkar denklemlerinin, güçler dengesinin, zorun bir sonucudur. Zorun olmadığı bir coğrafyada insanca yaşamak anadilin özgürlüğüyle ikame edilebilecek bir gerçektir. Bunun için kilmlik haklarımıza düşman değil dost arıyoruz.


*****************************************

ANAVATANDA ANADİLSİZ YAŞAMAK


Mihrac Ural

Anavatan, tarihte doğal toprakları yaşama ilk kez açanların vatanıdır; Orta Asya'nın Türklerin anavatanı olması gibi. Orada başlar, bu güne uzanan ve ulus olarak örgütlenen insan topluluklarının yaşam serüveni.

Toprağın anavatana dönüşmesinde maya dildir, ana dildir. Toprağı ilk kez yaşama açanların anadilleri etrafında oluşturdukları toplumsal doku, tarihin en istikrarlı doğa ve kültür dokusu olarak bilinmektedir. Bu doku, arkasında kararlıca duran insanlar var oldukça, bozulamamıştır. Nedenleri çok farklılıklar taşısa da, istisnalar bir yana, tüm insanlık tarihi dünü ve bu günüyle, coğrafi alanlarla halk topluluklarının yaşam alanlarını birleştiren temel etken bu olmuştur. Buradan hareketle, tarihten çıkıp gelmiş haliyle her anadilin yaşadığı toprak bir anavatandır. Bu işgalci güçler tarafından siyasi egemenlik altında tutulmuş olsa da öyledir.

Anadolu'nun anadillerin anavatanı bir coğrafya olması da bundandır. Bu, anavatanında ana dilleri yasaklayan Türkiye Cumhuriyeti yasalarına rağmen öyledir. Anadolu topraklarını yaşama ilk kez açanlar, ilk kez sürüp ekerek ona ruh verenlerin anadilleri bu toprakları anavatan haline getirmiştir. Yerli olmak budur. Bu gerçek arkasında durabilen Kürt ulusu, acımasız zorluklara direnerek bundan doğan haklarını savunmuştur. Baskılara, ölümlere, yıkımlara tehcir ve yasaklara karşı direnişini yükseltmeyi sürdürebilmiştir.

Anadolu, anadil soykırımlarının yurdudur da . Orta Asya'dan bir kısrak başı gibi gelip uzanan ve anayurtları söküp atan, yakan, yıkan, at nalları altında ezen, kılıç darbeleriyle kan ırmakları yaratan, fütühat adlı, milletlerin emekleriyle oluşmuş servetlerin gasp ve talanla süren bu acımasızlık, anadil soykırımıyla da belirginleşmiştir. Bununla, coğrafyanın kimyasıyla birlikte barışı da yok olmuştur.

Askerini varabildiği yerde dikebilen, orayı sınır ilan etmiş, bu güne gelmiştir. Ancak bu hiç bir şekilde yaşama azminde olan anadillerle toprakları arasındaki bağı katledememiştir. Bu gün Kürtler bu gerçeği temsil etmektedir, Araplar da bu verileri tümüyle omuzlarında taşımakta, hak talebi için hazırlanmaktadır. Bu verileri taşıyan başka etnik yapılar da kendi anavatanları olan topraklarda bu gerçeği dile getirecektir.

Kimse yanılmasın, Anavatan ne belli bir devlet hükmü altındaki topraktır ne de bayrak diye dikilen figürün gölgesi altındaki alandır. Anavatan, toprağı yaşama ilk kez açabilen anadilin coğrafyasıdır. Ve her coğrafya, er yada geç anadilin hükmü altında özgür olacaktır.

Bu gerçeği, "tarihin geçmiş tüm sorunlarını halletmeye çalışmak" diye kimse sulandırmaya kalkışmasın. Hayır, tarihin sorunlarını kimse halletmeye kalkışmayacaktır. Bu zaten mümkün de değildir. Bu gün sorun olarak ortaya çıkan ve kendini dayatan tarihin sahipsiz kalmış sorunları olmadığı da çok açıktır. Tarih olmuş, Hititler, Sümerler kimseden anadil hakkı istemiyorlar; Akadlar, Asurlular anadillerinin kimlik haklarının, anavatanlarının özgürlüğünü talep etmiyor. Bu türden iddialar, var olan gerçeğin üstünü örtme, anlamsız genelleştirmelerle bulandırmadır.

Bu gün kimlik hakkını isteyen, tarihe ve tarihsel zorbalıklara rağmen var olmayı başarmış, kendi ana toprağında ezici bir çoğunluk olarak yaşamaya devam etmiş ve bununla da kalmayıp haklarının arkasında durabilecek kuşaklar yetiştirmiş ulusların, ulusal toplulukların ayrı varlıklarıdır. Bunların taleplerinden bahsediyoruz. Bu talepler, toprakları yüzyıllar önce bir gaspçı, işgalci güç tarafından hükümranlık altına alınmış olsa da, ulus olarak haklarının arkasında durma ısrarında var olmalarıyla, haklı bir talep haline gelmiştir.

Böyle olmasa Türk ulusunun Atatürk önderliğindeki Kurtuluş Savaşı’nın hiç bir meşru yanı olamazdı. "Osmanlı yıkıldı Türk ulusu da yıkılmalıydı" der geçilirdi. Ancak Türk ulusu ben varım dedi, ordusunu topladı, evlatlarını diğer Anadolu uluslarının evlatlarıyla birlikte, özgürlük için ileri sürdü ve Anadolu'yu işgalcilerden kurtardı. O gün hak olan özgürlük talebi, neden bu gün Kürtler ve Araplar için hak olmasın. Bu uluslar kendi topraklarındadır. Mülteci değil, göçmen değildir. Binlerce yıllık bir ilk yerleşimciler olarak, toprağı yaşama ilk açanlardır. Ve bu gün tüm dirilikleriyle haklarının arkasında durmaktadırlar. Bundan ötesi sorun, tarihin geçmiş davaları kapsamında değil, bu günün sorunudur, bu günün ertelenmez taleplerinin çözümündedir. Anadil ile anavatan arasındaki bağı bu yanıyla kavramak gerek. Bu gerçek tarihin yaşama şansı bırakmadığı anadillerle, anavatan arasındaki ilişkiyle hiç bir ilgisi yoktur. Tersine tarihin badirelerinden çıkıp gelmiş haliyle yaşayan anadilin, anavatanı üzerindeki haklarıyla ilgilidir. Bunun da arkasında kararlıca durmaktadır. Bugün var olan gerçek budur.

Bu talep dünyamızı, üzerinde yaşayan her insan için anavatana dönüştürecek uygarlığın ikamesine kadar da devam edecektir. Yerel olan bu kanalla evrensele bağlanacaktır.

Bu yüzden, yüz yılların korkularıyla, başkasına ait toprakları hükümranlık altında tutma gayretinin kaygıları üzerine kurulmuş zoraki bir yaşamla, anadilleri tehlikeli görmek, büyük bir handikaptır. Bu yönde ısrarcı bir baskı sistemiyle sonuna kadar ayakta kalınabileceğini sanmak ise, kendini aldatmaktır.

Bilinmeli ki, Anadolu anadillerle dolu bir coğrafyadır. Bu coğrafyanın barışı da, anadillerin özgürlüğü ve barışıdır aynı zamanda. Oysa, bu toprakları ırkçılık, milliyetçilik ve şovenizm, kana bulamakla kalmamış, lime lime bölüp parçalayıp ruhları kaosa sürüklerken, anadilleri soykırımına da uğratmıştır.

Bu topraklarda barış, sukut etmiştir. Bununla kalınmamış, tüm anadillerden anaların gözyaşları sel edilmiştir. Kimi gençler sürgünde hakkın rahmetini beklerken, kimisi vatan diye bildikleri cehennemde yaşama doymadan, hatta ölmeden toprağa gömülmüştür. Vatan hizmeti adı altında, iradesi dışında, emir komuta zincirine mahkum olarak, özgürlük arayanların katline koşularak anası ağlatılmıştır. Kimisinin ise, toplumsal kimliği kadar, ana gözyaşları da yok sayılmıştır !..

Anavatanda anadilsiz olmak, bu ucube siyasal tarihin var oluş koşulu gibidir. Bir kara kader değil, bir kara delik gibidir, ışığı soğuran, emen ve yok edendir. Tarihte yaşama açılmış her bir karış toprak, bir anadilin ayırıcı varlığıyla vatana dönüşmüştür. Bunun içindir ki, anadil hakkı, özgürlük haklarıyla birdir, bir bütündür. Bunu sorunun bir parçası görmek yerine, çözümün bir parçası olarak algılamak, toplumsal adalet duygusunun, barış umutlarının temel kaynağıdır.

Barışa hasret bu topraklarda, anadillere özgürlük gerek. Buna yasak koyanlar bir an, anadillerinin yasak olduğunu var sayarak yaşamaya çalışsınlar. Görecekler ki, anadil olmadan vatan bile, bir cehennemdir.

Ayrı varlık bir ayrı anadildir. Bu düşmanlık değil dostluktur. Kimlik beyanı, ilişkinin sağlıklı yürümesini için tanıtım kartıdır. Tarihin derinliklerinden kopup gelmiş kendini ifade etme tarzıdır. Bu gerçeği, sonradan kazınılmış bir kimlik olarak görmek, askeri ya da güvenlik araçlarıyla bastırmakla çözülebileceğini sanmak, hataların en büyüğüdür. Barışı bozan kanlı süreçleri başlatan da, bu ilkel zihniyettir. Bundan kaçınmak önümüzde aşılması gereken önemli bir sorun olarak durmaktadır.

"Bir kelime ne kadar sık kullanılırsa o kadar az değişir" belirlemesi, dil bilimcilerinin Paris’te yapılan toplantılarında, dil için evrensel bir yasa olabileceğine işaret etmektedir. Haber bu gün
http://www.firatnews.eu/ ajansından verildi. Bu yasanın anavatan algılanışına uyarlanmasının çok daha dikkat çekici sonuçları olduğunu iddia etmek de yanlış olmayacaktır.

“Toprağı yaşama ilk açan anadil, o toprağı ne kadar sık işlerse o kadar sıkı bir anavatan haline getirir” demek yanlış olmayacaktır. Toprağımızı her defasında daha bir güçlüce işlemek, anadilimize ait toprağı daha da güçlüce anavatanlaştırmaktır. Dünyanın neresinde, hangi nedenle olursak olalım, anadilimizin coğrafyasını üstümüzde taşımanın anlamı da budur.

I. Yayını 15 Ekim 2007
II. Yayını 20 Şubat 2008



ORTAK ÜLKEMİZİN BARIŞÇIL,EŞİT ve ADİL YAŞAMI BU MU ? BUNUN ADI ZULÜMDÜR, BASKI ve ZORDUR !..







"Ya Türkçe Konuş Ya da Sus" diyorlar. Adaletleri algılarının sınırları bu kadar. anadillerine olan güvensizlikleri, kültürel darlıkları, gerçek bir anavatandan yoksun oluşları, yaşama ilk kez açılmış ve dolaysıyla sahiplerine gerçek anavatan olan toprakları, sahiplerinden gasp etmenin dillerine yansıttığı açmazlarıyla, zor ve zorbalık dışında bir yolla yaşamayı bilmez olmuşlardır. "Ya Türkçe Konuş Ya da Sus" diyorlar, tek boyutlu bir akılla, tek renk, tek dil istiyorlar. Renkleri, dilleri, toplumları, insanlık farklı varlıklarıyla bir bütün olduğunu bilince çıkartamamışlar. Bildikleri kendi narsislikleri ve geride kalan herkesin düşman olduğudur. Bu akıl kullanma tarihi geçmiş ilkel bir akıldır. Bu akılla ortak hiç bir yaşam imkansızdır. Bu akıl bölücüdür de. Bu akılla Türkçe bile konuşulamaz; askeri darbeler geleneğinin ürünü siyasal yapılanmalarla Türkçenin nasıl dumura uğratıldığı, Türkçe düşünmenin bile yasaklandığını biliyoruz. Bu türden yasaklar hala tüm sakilliğiyle sürüyor. Bu yanıyla bunu söyleyenlerin derdi Türkçe dahil düşünen her insanı dilini yasaklamaktır. Dilleri susturan bir akıl, kendi ağzını dikmek zorunda kalacaktır. Oysa hepimizin anadiliyle konuşacağı, anlaşabileceği çok şey var. Hepimiz anadilimizle konuşalım birbirimizi daha çok anlayacak daha çok barış ve güven içinde olacağız. Bunun için özgürlüklerin sihirli gücünü bilince çıkartmak yeter. Bunun için yeni, çağdaş ve ileri akılları eskilerinin yerine koymak yeter.

*************************************

15 Şubat Basın açıklamasının basındaki yeri




Yeni Özgür Politika (17 Şubat 2008)

Link:
http://?bolum=420
****************

5 Subat 2008
Strasbourg’dayız


Öcalan’a özgürlük, Kürdistan’a barış!” Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu (YEK-KOM), Kürt Sanat Akademisi Sanatçıları, Mir Prodüksiyon, Baran Kültür Evi, Kürdistan Öğrenciler Birliği (YXK), Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC) ve Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) Avrupa Komitesi, tüm uluslardan emekçileri ve sanatçlar, 16 Şubat’ta Strasbourg’da yapılacak uluslararası komployu protesto eylemine katılmaya çağırdı...

‘Öcalan için umut orucu’THKC Genel Sekreteri Mihrac Ural da 15 Şubat komplosu dolayısıyla bir açıklama yaparak, herkesi 15 Şubat’ta Öcalan’a özgürlük için bir günlük oruç tutmaya çağırdı. “Kürt ulusunun özgürlük tecellisi Başkan Öcalan’a özgürlük” adı altında yapılan açıklamada, “15 Şubat günü, Başkan Öcalan 20. yüzyılın en büyük komplosuyla esir edilmişti” diyen Ural, “Bu darbe tüm Türkiye devrimci hareketine acımasızca, tepeden inen bir darbeydi. Hepimiz sendeledik” diye kaydetti. Öcalan’ı; “O gerçek bir ulus lideriydi, ne bir militan ne de sıradan bir kadroydu; bir liderin en büyük tehlikeyi iyice hazmedebilme tutarlılığına ve dik duruşuna sahip olarak sükunetle direndi” şeklinde nitelendiren Ural, “Böylesi ağır darbelerin esiri olan tarihin birçok liderinin aksine, darbeyi ve darbecileri kuşatıp onları yönlendiren bir figür oldu” tespitini yaptı. Ural, açıklamasını şöyle noktaladı: “15 Şubat günü bu acımızın yeniden depreştiği gün olarak, kimlik hakları uğruna özgürlük mücadelesi yoluna koyulan halkların sesiyle yeter diyorum. Kürt halkının ‘Êdî Bes e’ intifadasına halkımın sesini, gücünü katıyorum. Sesimi algılayan tüm onurlu insanları, 15 Şubat’ta Başkan Öcalan’a özgürlük için bir günlük umut ve düşünce orucuna davet ediyorum.”

ABUZER TORBALI/VİYANAYENİ ÖZGÜR POLİTİKA

*****************************

FIRAT NEWS AGENCY'nin verdiği habere göre ...


STRASBOURG (14.02.2008) - Almanya Kürt Dernekleri Federasyonu (YEK-KOM), Kürt Sanat Akademisi Sanatçıları, Mir Prodüksiyon, Baran Kültür Evi, Kürdistan Öğrenciler Birliği (YXK), Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC) ve Marksist Leninist Komünist Parti (MLKP) Avrupa Komitesi, Kürtleri, tüm uluslardan emekçileri ve sanatçıları, 16 Şubat’ta Strasbourg’da yapılacak uluslararası komployu protesto eylemine katılmaya çağırdı...

‘ÖCALAN İÇİN UMUT ORUCU’

THKC Genel Sekreteri Mihrac Ural da 15 Şubat komplosu dolayısıyla bir açıklama yaparak, herkesi 15 Şubat’ta Öcalan’a özgürlük için bir günlük oruç tutmaya çağırdı. “Kürt ulusunun özgürlük tecellisi Başkan Öcalan’a özgürlük” adı altında Ural tarafından yapılan açıklamada, komplonun gerçekleştiği güne ilişkin şunlar belirtildi: “15 Şubat 1998 günü, hala taze ve kırık olan onurumuz, kanlar içindeydi. 18 yıl boyunca en yakın sırlarımızla derin dostluk, devrimci bağlılık ve dayanışmamızla birarada olduğumuz, evlerimizde yatıp kalktığımız yiğitlerin en yiğidi yoldaşımız Başkan Öcalan 20. yüzyılın en büyük komplosuyla esir edilmişti.” “Bu darbe tüm Türkiye devrimci hareketine acımasızca, tepeden inen bir darbeydi. Hepimiz sendeledik” diyen Ural, “Ama o en katıksız ortaçağ zindanlarının kahredici karanlıklarından, aşılmaz gibi sanılan duvarlarından bizlere özgürlüğünü seslendi. Ruh verdi. Sarsılan bedenlere, gevşeyen tutumlara kan verdi, can verdi” dedi. Öcalan’ı; “O gerçek bir ulus lideriydi, ne bir militan ne de sıradan bir kadroydu; bir liderin en büyük tehlikeyi iyice hazmedebilme tutarlılığına ve dik duruşuna sahip olarak sükunetle direndi” şeklinde nitelendiren Ural, “Böylesi ağır darbelerin esiri olan tarihin birçok liderinin aksine, darbeyi ve darbecileri kuşatıp onları yönlendiren bir figür oldu” tespitini yaptı. Öcalan’ın başlattığı Özgürlük Hareketi’nin sadece Kürtler için değil tüm Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin başarısı için de mücadele ettiğine dikkat çeken Mihrac Ural, açıklamasını şöyle noktaladı: “15 Şubat günü bu acımızın yeniden depreştiği gün olarak, kimlik hakları uğruna özgürlük mücadelesi yoluna koyulan halkların sesiyle yeter diyorum. Kürt halkının ‘Êdî Bes e’ intifadasına halkımın sesini, gücünü katıyorum. Sesimi algılayan tüm onurlu insanları, 15 Şubat’ta Başkan Öcalan'a özgürlük için bir günlük umut ve düşünce orucuna davet ediyorum.”

ANF NEWS AGENCY




****************************



BİREY LAİK OLMAZ DEVLET LAİK OLUR İDDİASI




Yener Orkunoğlu

Siyasal İslamın ileri sürdüğü üç gerekçe var:

1. Birey laik olmaz, devlet laik olur!
2. Türban hakkı bir insan hakkıdır. Türbana özgürlük, bir özgürlük istemidir.
3. Oy çoğunluğuna bakarak, biz ‘Milli İradeyi’ temsil ediyoruz!

İleri sürülen bu üç gerekçenin içi boş olduğunu göstermeye çalışacağız. Bu yazıda ilk gerekçeyi ele alacağız. Diğer iki gerekçe başka yazılarda ele alınacak.

‘Birey laik olmaz, devlet laik olur’ düşüncesi, laikliği reddedenlerin, laikçileri köşeye sıkıştırmak için iyi düşünüp ortaya attıkları bir iddia. Bu iddayı çok yönlü bir şekilde ele alıp incelemek gerekir. Çünkü bu iddia etkisiz hale getirilmeden, Siyasal İslamın gücünü kırmak mümkün değildir. AKP’ye karşı olanların bu konuda geniş ve derin bilgiye ihtihaçları var. ‘Atatürk Cumhuriyeti’nden dem vurmak, tepkinizi açığa vurabilirsiniz. Ama iddiaya karşı akılcı gerekçeler getirmez. Oysa akılcı gerekçelere ihtiyacımız var.
‘Birey laik olmaz, devlet laik olur!’ iddiasının neden içi boş olduğunu, neden laikliği reddeden bir anlayış olduğunu ortaya sergilemek gerekir. Bir köşe yazısı çerçevesi içinde, bu iddianın boş olduğunu ortaya koymaya çalışacağım.

‘Birey laik olmaz, devlet laik olur’ cümlesi, ilk bakışta doğru gözükür. Ama kazındığında altından teolojinin gizlenmiş bir ifadesi olduğu sonucu çıkar. Çünkü bu düşünce, laik-olmayan bireylerle laik devleti kuşatma stratejisidir. Dolayısıyla ‘birey laik olmaz, devlet laik olur’ tehlikeli bir düşüncedir. Bu mantığa göre, bireylerin laik-olması gerekmez. Bu düşünce, laikliğin altını oymaktadır.

İlkin laikliğin gerçek anlamını ele alalım. Laiklik, Aydınlanma felsefesi ve onun özgürlük anlayışı ile geldi. Ne demek laiklik? Özgürleşmek demektir. Neden ve hangi şeyden özgürleşmek? İnsan aklına sınır koyan, dinsel dogmalardan özgürleşmek! Aydınlanma felsefesi, insanın tanrıya ve kilisiye kul olmaktan kurtulması için özgürlük istemiştir. Demek ki, ‘laiklik’ demek insan aklının dinden özgürleşmesi demektir. Laikliği, aklın özgürleşmesinden başka türlü ele almak yanlış bir yaklaşımdır.
Laiklik, özgür bireyi ve toplumu şart koşar. Laiklik, insan ve toplumun özgürleşmesidir. Dolayısıyla, laiklik özgür bireye dayanır. ‘Laik birey’ demek, insanın kul olmaktan çıkıp, birey olması demektir. Kutsal kitapların kurallarına göre değil, özgür insan aklının ilkelerine göre kurulmuş devleti kabul eden insan laik bireydir.

Birey laik olmaz devlet laik olur, düşüncesi yanlış bir laiklik anlayışına dayanır. Siyasal İslam’ın güçlenmesine katkıda bulunan olgulardan biri kemalizmin eksik laiklik anlayışıdır. Dolayısıyla Siyasal İslamın, siyasal, ideolojik gücünü kırmak, kemalizmin yanlış laiklik anlayışını eleştirmekle ele ele yürümeli.

Kemalizm, laikliği çok sınırlı bir şekilde ele aldı: Laikliği, insanın dinsel doğmalardan özgürleşmesi olarak değil, siyasal bir sorun olarak kavradı. Laikliği, esas olarak, devlet ve din işlerinin birbirinden ayrılması gibi dar açıdan ele aldı. Laikliği yalnızca devletin tutumuna indirgedi. Oysa laiklik, hem bireyi hem de devleti ilgilendirir. Çünkü esas olarak, insanın ve toplumun dinsel ideolojiden özgürleşmesidir.

Eğer birey laik değilse, devletin laik olması içi boş bir iddiadır. Bu nedenle, ‘devlet laik olur, birey laik olmaz’ eksik ve yanlış bir düşüncedir. Evet, ‘devlet laik olur’ düşünce doğrudur, ama ‘birey laik olmaz’ düşüncesi yanlıştır. Neden mi? Nasıl ki, demokratları olmayan bir ‘demokrasi’ düşünülemezse, laik bireyleri olmayan laik bir devlette düşünülemez. Bir toplumun bireyleri, demokrat fikirlere sahip değilse, bu toplumdan demokrasi gelişebilir mi? ‘Birey laik olmaz, devlet laik olur’ düşüncesi, Siyasal İslamın bir tuzağıdır. Bireyleri laik olmayan bir toplumda, gerçek laik devlet nasıl olabilir! Ama maalesef bu tuzağa düşenlerın sayısı çok. Bu ise Türkiye’de kafaların ne kadar az özgür olduğunun bir ifadesidir.

Eğer biri, ‘ben laik değilim, müslümanım’ diyorsa, bu iki anlama gelir. Birincisi, bu kişi, aklı özgürleşmiş bir birey değil, aklını İslam dinine teslim eden bir kuldur; İkincisi, bu kişi, laik devleti ve toplumu tanımayan biridir.

Devlet, hem laik, hem de müslüman olmaz. Çünkü devlet, bir dinden yana tavır takınamaz. Tüm dinler karşısında nötr olmalı. Tüm dinlere karşı eşit mesade durmalı. Oysa birey açısından durum biraz farklıdır. Yani birey hem laik, hem de (isterse) müslüman olabilir. Ama bunu iyi anlamak gerekir. Birey, laik devletin dışında yaşamıyor, laik devletin bir parçasıdır. Bu anlamda laik devletin bir vatandaşı olduğu ölçüde birey laiktir. Ama birey özel bir kişi olarak, dinsel inanca sahip olabilir. Bu demektir ki, devlet ve toplumla ilişkilerinde birey laiktir, özel alanda ise dinsel düşünceleri olan bir müslüman olabilir. Buraya kadar anlattıklarımız tutarlı bir demokrat görüşlerdir.

Tefeci-Bezirganların önemli bir özellikleri var: Sinsi strateji izlemek. AKP, sinsi staretejisi ile kafası karışık entgellektüeleri şaşırttı. Bazıları uyanmaya başladı. Biz günaydın diğelim bu kafası karışmış entellektüellere!


Yener ORKUNOĞLU

E-Mail: yorkunog
lmx.net



*******************************







EDİ BESE - KİFAYA - ARTIK YETER


15 ŞUBAT 1998, BAŞKAN ÖCALAN TÜM ANA DOLU HALKLARI ADINA TUTSAK EDİLDİ. AMA ÖZGÜRLÜĞÜ ENGELLENEMEDİ. ZİRA O BİR HALKTI VE HALKI DA ARKASINDA DİK DURUYORDU. YILLAR GERİDE KALIRKEN, BU COĞRAFYANIN BARIŞI DA GERİDE KALDI. ARTIK BAŞKANA ÖZGÜRLÜK, TUTSAKLIĞA KARŞI EDİ BESE - KİFAYA - YETER ARTIK DEME ZAMANI GELMİŞTİR. BU ÇAĞRI ANADOLUNUN UYGAR TÜM İNSANLARININ ORTAK ÜLKEMİZDE TOPLUMSAL BARIŞ İÇİN YÜKSELEN ÇAĞRISIDIR. SESİNİZİ SESİMİZE KATIN. BU SES, ERDEMLİ İNSANLARIN ONURLU SESİDİR. BU SES, GELECEK KUŞAKLARA SEVGİYİ, BARIŞI VE UYGARLIĞI MİRAS BIRAKACAK ONLARIN EMANETİ OLAN BU TOPRAKLARI YEŞİL BİR CENNET OLARAK YİNE ONLARA TESLİM EDECEK BİR SESTİR.







KÜRT ULUSUNUN ÖZGÜRLÜK TECELLİSİ




Mihrac Ural - Abdullah Öcalan




Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (THKC)
Genel Sekreteri


Mihrac Ural


15 Şubat 1998, hala taze ve kırık olan onurumuz, kanlar içindeydi. 18 yıl boyunca en yakın sırlarımızla derin dostluk, devrimci bağlılık ve dayanışmamızla bir arada olduğumuz, evlerimizde yatıp kalktığımız yiğitlerin en yiğidi yoldaşımız, Başkan Öcalan 20. yüzyılın en büyük komplosuyla esir edilmişti.

Bu darbe tüm Türkiye devrimci hareketine acımasızca, tepeden inen bir darbeydi. Hepimiz sendeledik. Ama o en katıksız ortaçağ zindanlarının kahredici karanlıklarından, aşılmaz gibi sanılan duvarlarından bizlere özgürlüğünü seslendi, ruh verdi. Sarsılan bedenlere, gevşeyen tutumlara kan verdi, can verdi.

O gerçek bir ulus lideriydi, ne bir militan ne de sıradan bir kadroydu; bir liderin en büyük tehlikeyi iyice hazmedebilme tutarlılığına ve dik duruşuna sahip olarak sükunetle direndi. Darbenin hızını kesti, onu içselleştirdi, tüm yönleriyle kavrama sürecine girerek onu kuşattı. Böylesi ağır darbelerin esiri olan tarihin birçok liderinin aksine, darbeyi ve darbecileri kuşatıp onları yönlendiren bir figür oldu.

Bu figür gerçekten Kürt uluslaşma süreci tarihinin başarılmış en büyük tecellisidir. Kürt ulusunun 20. yy da yarattığı en büyük değerdi. Bir ulusun ayağa kalkmasında gücünü ifade edeceği liderler fenomeninde Başkan Öcalan, Kürt’ün tarih sahnesine yeniden dönüşünün bir köprüsü, birliği ve geleceği için döşenecek özgürlük yollarının kaynağıydı.

Kimse mübalağa etmesin, edildiğini de sanmasın. Kürt uluslaşma süreci bu önderin başını çektiği ve yönlendirdiği siyasal sürecin sonunda başarıyla taçlanacaktır. Her ulusun kendi liderliği kendi özgünlükleriyle oluşacağı gerçeği Başkan Öcalan’da yeterince açıktır. Bu gün zindanın aşılmaz sanılan duvarlarını birer kartondan duvarlara dönüştüren gür ve özgür sesi bunu göstermeye yeterlidir.

Bu noktada, Başkan Öcalan'ın medresesinde yetişen ve ona bağlı olan lider ve kadroların, militan ve savaşçılarının da oluşturduğu özgür bütünlük, Kürt kurtuluş hareketinin sadece kendi dar özgürlük çıkarları için değil, ama aynı zamanda tüm Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesinin başarısı için de bir maniveladır.

15 Şubat günü bu acımızın yeniden depreştiği gün olarak, kimlik hakları uğruna özgürlük mücadelesi yoluna koyulan halkların sesiyle kifaya (
كفاية
)-edi bese- artık yeter diyorum. Kürt halkının Edi Bese intifadasına halkımın özgürlük sesini ve gücünü katıyorum. 15 Şubat 2008 de sesimi algılayan tüm onurlu insanlara bu gün Başkan Öcalan'ın özgürlüğü için bir günlük teamül (umut ve düşünce) orucuna davet ediyorum.



***********************



"ESİR BAŞKAN"





HİÇ BİR ZİNDAN DUVARI " ESİR BAŞKAN"IN ÖZGÜRLÜĞÜNDEN DAHA YÜKSEK DEĞİLDİR.




***






MİHRAC URAL

Başkan esir düştü. Onurlu ve mütevazıca, ulusunun üzerine örtülen ölü topraklarını silkelerken, her devrimcinin karşılaşabileceği yeni bir durumla karşı karşıya kaldı. Abdullah Öcalan artık esir. Dünya, bu haberle çalkalanırken, kabullenmesek te “Esir Başkan” süreci başlamıştı bile. Derin bir üzüntüden sonra bu sıfatın, 20. Yüzyılın son ve en büyük devrimcisini , bundan sonraki mücadelesinde en iyi anlatacak tabir olacağını tahmin ediyorum. Ancak O, esir olsa da başkandı.

25 yıllık siyasal yaşantımın 18 yılı, Abdullah Öcalan yoldaşla devrimci dostluğun yakın ilişkisi içinde geçti. Yoğun bir süreçti, onlarca hadisenin ortaklaşalığı içinde, danışma ve dayanışmanın karşılıklı sırları ve önermeleriyle derinleşmişti. PKK henüz gerçek bir ulusal güç olma arifesinde olduğu sıralardan, uluslararası dev bir yükselişe uzanışına kadar, Başkanla birlikte paylaştıklarımın tümü, en bireysel olandan, en toplumsal olanına kadar istisnasız tümü, Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesi için bir katkı amacını taşımaktaydı. Bunda ne APO’nun Kürt ulusal kökeni, ne de benim Arap ulusal kökenimin hiçbir öncelliği yoktu. Karşılıkla diyaloglarımızdan daha çok Türk halkının da içinde olduğu, genel kapsayıcı bir Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesi uğruna yükseltilecek görevler yer almaktaydı.

Esir Başkan’ın övgüye ihtiyacı olmadığı açıktır. Başkanla karşılıklı diyaloglarımızda, bize tanık olanlar bilirler ki, iki özgür devrimci insanın en bağımsız ilişkisi sürmüştür. Zaten iki ayrı örgüt liderinin 18 yıl kesilmeden süren içten dostluk ve devrimci dayanışmasını başka bir şekilde izah etmenin mümkünü yoktur. Bu açıdan, çok disiplinli olarak bilenen Abdullah öcalan için, geniş kapsamlı ve oldukça demokrat bir insandır demek yanlış olmayacaktır. Şimdi bunların da önemi ve önceliği kalmadı. Ama bu çetin ortamın duygularıyla, Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmelidir diyorum.

Esir Başkan, 18 yıllık ilişkimiz içinde barışa susamış, bir devrim savaşçısı olarak kendisini ortaya koydu. Bunu 1982 de, Ortadoğu’da, Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’ni (FKBDC) kurmak için, 14 Türkiyeli örgüt olarak yaptığımız toplantıdan, İtalya’dan çıkmadan bir süre öncesine, son telefon konuşmamıza kadar geçen tüm diyaloglarımızda süren temel perspektif, Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi taleplerini ikame etmek için, “Anadolu Halklar Kongresi”nin toplanması ve “İkinci Lozan anlaşması”nın yapılması gerektiği üzerinde yoğunlaşmıştı. Bunların temelinde halkların kardeşliği ve dostluğu yatıyordu. Bir birini tüketmeye yönelik sonuçsuz bir savaş yerine, “dünya milletler topluluğunun hakemliğinde ikinci Lozanı yaratalım” diyordu. Bu konudaki çalışmalarımla tamamen kesişen bu yaklaşımı, Özgür Politika gazetesinde, 30 Kasım 98 de, Bedreddin Mahir imzasıyla yayınlanan “Durum Vahim” adlı makalemde şu sözlerle özetlemiştim;” Bu günün ve yarının tüm toprak sorunları ve bunlarla ilgili sınır sorunları, Lozan’ın açık bıraktığı kapıdan girecektir. Lozan diyerek yaptıkları böbürlenme, yine Lozan’ın açık bıraktığı kapılarda hüsrana uğrayacaktır.” Ancak bu büyük barış ve devrim insanına karşı, Türk yönetimleri yalnızca barbarlıkla, savaşla ve savaş mekanizması yöntemleriyle cevap verdi. Bu yöntem TC’nin, Osmanlıdan devraldığı kirli mirastı; tüm Avrupa’yı, Ortadoğu’yu, yüz yıllarca can pazarı haline dönüştüren “Osmanlı Aklı” yöntemiydi. Kürt ulusunun özgürlük güneşini karanlık bulutlarıyla esir düşüren vahşette bu aklın ürünü oldu. Abdullah Öcalan, bu aklın ürünü olan korsanlıkla, komplolarla, istihbarat servislerinin kirli işbirlikleriyle esir düşürüldü.

Oysa, Kürt ulusu, kimseden bir şey istemedi. Yalnızca, kendi topraklarında ve Coğrafyasının verileriyle, özgür, onurlu ve çağdaş bir ulus olarak yaşamak istedi. Bunun için, üstündeki ölü toprağı atmaktan başka bir şey de yapmadı. İnsanlığın bildiği tüm ulusların en asgarı adımıdır bu. Kürtler, yüzyılların acılarına katlandı, bölgenin tüm ülkelerinin kalkınmasında evlatlarının emeklerini hiçbir karşılık almadan sundu, kurtuluş savaşlarına yardım etti, kendi hak ve hukukunu istemekte aceleci davranmadı, sessiz-sitemsiz kaldı, bölge uluslarının uluslaşma süreçlerini tıkamadı. Dostluk ve kardeşlik adına sürekli onurunu ve özgürlüğünü kurtaracak bir sunu bekledi. Böylesine barışçıl bir halkın yer yüzünde benzeri olmasa gerek.

Kürtlerin onurlu bir evladı olarak Esir Başkan, aynı barışçıl adımlarla ulusunun taleplerini yineledi. Ancak reddedildi. Üç kez barış ilanına rağmen verilen cevap savaş mekanizmalarının ölüm kusan çılgınlığıydı. Osmanlının kirli savaş mirasına sıkıca sarılmış olan TC yönetimleri, bu vesileyle bölgemizi savaş ateşlerine gömmek için, Başkana ev sahipliği yapmanın kefaretini Suriye’ye ödetmek çılgınlığına kadar uzanmaktan çekinmedi. Türkiye-Suriye krizi, Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in 16 Eylül 98’de, Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde Suriye sınırında yönelttiği tehditle başladı. Bu çılgınlığa 13 Eylül 98 de ki açıklamasıyla Genel kurmay başkanı Kırıkoğlu katıldı. Ardından Meclis açılış konuşmasında Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in tehdidi geldi. Bununla kalınmadı, savaş hazırlıklarını tamamlayarak “son ihtarı” 6 Ekim’de ilan ettiler.

Bütün bu gelişmelerde Türk yönetimlerinin maceracı girişimleri, İsrail-Türkiye ABD ittifakının bölgemizde yapmayı amaçladığı yıkımın olduğu tüm çıplaklığıyla ortaya çıkıyordu. APO,bu noktada da özverili davranarak Ortadoğu’dan 9 Ekim 1998’de çıktı. Böylece, bölgesinin üzerinde oynanmak istenen oyunu bozmanın başarısını gösterdi. Savaş ilahlarının tuzaklarını barış ilahlarının vahileriyle bozdu. Buradan Avrupa seferine yöneldi. Barış diledi, dilendi. Ancak savaş ilahları ve kar hırsının kör ettiği insanlık duygusundan yoksunların çirkin ilgisizliğiyle sahipsiz bırakıldı. Ülkeden ülkeye kovalamaca, Akhilleus’in Hektor’u Troya surları etrafında savaş arabasına ayaklarından bağlayarak sürükleyişi, çağdaş dünyada bir kez daha sahneleniyordu.

Dostlar gerçekçi değildi, yatay ilişkilerin görkemi karşısında dikey hiçbir ciddi ilişki olmadığı sona doğru atılan her adımda kendini en acımasızca gösteriyordu. O da,ulusu gibi dostları tarafından aldatıldı. Ancak, her kesin ölümlü olduğu bu dünyada, ilkeli ve kararlı mücadelesiyle, tüm düşmanlarından ve aldatıcı dostlarından onlarca kat daha çok yaşayacak bir ruh yarattı. Kürtlerin yeni kuşaklarının birer APO olması esprisini burada anlamak gerekir. Bu da, özgürlük için bağımsız olmak, devrimci onurla teslimiyeti reddetmek ve her koşulda insani erdemlerin temsil edildiği halkların kardeşliği için, adil bir barış taraftarı olmaktır. APO tas tamam budur.

Kürt ulusu bu aşamadan itibaren hiçbir sürprizin altında ezilmeyecek kazanımlara sahiptir. Düşmanları yanıltacak en büyük zenginliği de budur. Başkanın esir edilmesiyle aniden patlak veren ekstrem süreç bir süre sonra dinecek, duyguların yerini eleştirel akıl etkinliği alacaktır. Bu noktanın ardından, Türkiye’yi yöneten şaşkınların, ne yapsalar da Kürt ulusunun özgürlüğünü, Anadolu halklarının demokratik taleplerini engelleyemeyecekleri görülecektir. Bu süreçten, Kürt ulusu güçlenerek çıkacak. Esir Başkan’ın özgürlüğünü kısıtlayacak yükseklikte bir zindan duvarının bulunmadığı anlaşılacaktır.

Türkiye’de 4.000.000’u aşkın nüfusuyla, Kürtlerin açtığı özgürlük atağının olumlu etkileriyle özgürlük arayışında olan Araplar adına, bir kez daha diyorum ki, Bu toprakları yaşama açmış halkların gerçek bir vatan yaptıkları bu coğrafyada, bizimle birlikte yaşamayı barışçıl yollarla herkes paylaşabilir. Ancak talan ve barbarlık seferleriyle, kılıç zoruyla gasp ettikleri bu toprakları bize rağmen vatan edinerek, uluslarımızı yok sayanların akıbeti, Romalı gaspçıların, Haçlı istilacıların, yüzyıllar yaşamış olsa da Osmanlının akıbetinden farklı olmayacaktır. “Bu memleket hepimizin, birimizin değil.” Esir Başkan APO’nun benimle son cümlesi de bu olmuştur. 16 Ocak 1999.







MEKTUPLAR




15 Şubat karanlık güne karşı mektup kampanyası gerek dedim. Bunun adımını attım. İlk mektubu iadeli taahütlü olarak gönderdim. Zindanın türlerini bilen biri olarak bir mektubun anlamını da iliklerime kadar hissedercesine bilirim. Bir satır, bir nefes gibidir karanlıklarda, ölüm eşiğinde. Bir satır bin direnme gücüdür, bin dik duruş için kandır, ruhtur. Bu katkıyı yapmak istedim, bu dev adama. uzun yılların birlikteliği bundan sonra böyle sürecekti zindana zindancılara inat. Bu yürek, birikimlerinin bilince çıkarttığı doğruların arkasında dik duracaktı her zaman, dostun yanında olacaktı her daim. Değerli yoldaşım Başkan Öcalan'a özlemlerimizi hiç bir mektup telafi etmez, ama bir mektupla da olsa, düşmana biz buradayız birlikteyiz demeye devam edeceğiz. Ortak ülkemizin hepimize ait değerleri adına bunu yapacağız. Barış için, yaşamın sevgiyle dolu olması için bunu yapacağız. Özgürlük ve demokrasinin yolu buralardan geçiyor. Bu yola yürek koymak bilinç koymak gerekiyor.


İLK MEKTUP



"Aziz Dostum Sayın Öcalan,

geçmiş olsun diyerek, sevgi ve saygılarımızı iletiyoruz. Bu kartın elinize geçip geçmeyeceğinden kaygılıyım. Ancak haberleşme hakkımızı kullanıyorum. En içten selamlarımla.

Mihrac Ural.

26 Şubat 1999"



İlk mektubumu yazmamla birlikte bir basın açıklaması yaptım, bu açıklamada da taahütlü mektubumun kararlı takipçisi olacağımı açıkladım.


" İLK MEKTUP "

MADDE 22. – Herkes haberleşme hürriyetine sahiptir.
Haberleşmenin gizliliği esastır.

(Türkiye Cumhuriyeti Anayasası 1982)


Haberleşme hakkımı kullanarak Esir Başkan Öcalan’a ilk mektubu gönderiyorum. Dünyanın tüm gözleri, Esir Başkan’ın insani haklarının kullandırılıp kullandırılmayacağına, yargılanmasının adil olup olmayacağına, çevrili bulunmaktadır. Bunun baskısı altında, kendini “hukuk devleti”(!) olarak tanımlamaya çalışan TC’nin, gerçekçi olmayacağı kaygıları, onu tanıyan, yakın ilişkide bulunan her kesin birleştiği ortak bir kanıdır. Zira, Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin tüm verilerinde kendi yasalarını ve hukukunu ihlal etmekle meşhurdur. Buna rağmen, kendi Anayasalarında da güvenceye aldıklarını iddia ettikleri haberleşme özgürlüğüne gösterecekleri yaklaşım, sayın Öcalan’ın bu hakkı kullanabilme özgürlüğünde sınanacaktır.

Esir Başkan Öcalan’ın haberleşme özgürlüğünden yararlanması en doğal hakkıdır. Gönderdiğim iadeli taahütlü mektubumun, eline ulaşıp ulaşmadığını en kısa zamanda öğrenme ve buna ilişkin aksamalarda, haberleşmeyle ilgili uluslar arası kurum ve kuruluşların güvencelerine baş vurma hakkımı kullanacağımı açıkça belirtirim.

Bu vesileyle, İnsan hakları taraftarlarına, bu adımı bir kampanya olarak değerlendirilip destek vermeye çağrımı iletiyorum.

26 Şubat 1999"


Basına yansıyan açıklama ve ilk mektup eylemi basında şöylesi bir yankı buldu. Özgür Politika 1 Mart 1999 tarihli baskısında bu adımı şöyle değerlendirdi:


"KAMPANYA'YA KATILMADINIZ MI DAHA...

Özgürlük İçin 1Mektup

Geçtiğimiz günlerde başlatılan "Özgürlük İçin 1Mektup" adlı kampanyaya katılım hızla artıyor. Zindanda tutulan PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'a ulaştırılması amacıyla başlatılan mektup kampanyasına katılım büyüyor. Kampanya haberinin gazetemizde yayımlandığı ilk günde gazete merkezimize onlarca telefon geldi. Telefonlarda bu işlem nasıl olacak diye soran Kürdistanlılar, kampanyaya katılmalarının heyecan verici olduğunu belirtiyorlardı.

Uluslararası kurallar çerçevesinde hiç kimsenin haberleşme hakkının engellenmeyeceği ilkesinin PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan için de geçerli olduğu ve bu hakkın mutlaka kullanılması gerektiğinden hareketle başlatılan kampaya, Türk devleti üzerinde psikolojik baskı uygulamayı hedeflediği gibi, Kürdistanlıların ve ilerici diğer halklardan bireylerin demokratik tavırlarının da ne kadar görkemli olabileceğini gösterme amacını da taşıyor.

Haberleşme özgürlüğü uluslararası bir hak ve herkesin bu haktan yararlanma hakkı her ne koşulda olursa olsun mevcut. Uluslararası kanunlarda bu hakkın engellenmesi halinde, engelleyiciler hakkında maddi-manevi tazminat davaları açma hakkı da söz konusu.

Bu çerçevede PKK Genel Başkanı Abdullah Öcalan'ın esir tutulduğu "İmralı Cezaevi, Mudanya, Bursa-Türkiye" adresine gönderilecek mektupların kendisine ulaşıp ulaşmadığının en iyi yolu iadeli taahütlü göndermek. Eğer mektup kendisine ulaşmıyorsa
size geri dönecektir. Mektup ulaştığında da Öcalan'ın mektubu aldığına dair imzaladığı dekont size geri dönecektir. Ancak size mektup geri geldiğinde Öcalan o adreste olmasına rağmen mektup kendisine verilmediği için dava açma hakkınız doğacaktır.

Öte yandan size ne mektup ne de Öcalan'ın imzasını taşıyan herhangi bir dekont gelmezse mektubun Öcalan'a verilmediği ve Türk devletince imha edildiği anlaşılacaktır. Bu koşullarda da yine Türk devletinin haberleşme özgürlüğününü engellediği için dava açma hakkınız olacaktır, ki bu durum Türk devletinin kendi faşist Anayasası'nı bile çiğnediğini ortaya çıkaracaktır.

Bilindiği gibi ilk mektubu iadeli taahütlü olarak gazetemiz yazarlarında Mihraç Ural göndermişti. Ural mektubunda "Aziz Dostum Sayın Öcalan, geçmiş olsun diyerek, sevgi ve saygılarımızı iletiyoruz. Bu kartın elinize geçip geçmeyeceğinden kaygılıyım. Ancak haberleşme hakkımızı kullanıyorum. En içten selamlarımla." ifadelerine yer vermişti.

Öyleyse hadi o zaman bir mektup da siz gönderin. Demokratik gücünüzü gösterin."







BAŞKAN ÖCALANA AÇIK MEKTUP



Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) liderleriyle. THKC siyasi eğitim okulu balkonunda.





Mihrac Ural


Değerli Dostum Başkan Öcalan,

Bu ikinci mektubumu, mahkemenin aleyhinize aldığı haksız karara tepkimi dile getirmek amacıyla kaleme aldım. Bir tavuk hırsızının davasını yıllarca sürüncemede bırakmakla alameti farika sahibi Türk adaletinin, böylesi bir tarihi davayı 9 celsede, bir ay içinde sonuçlandırması, hukuki açıdan olduğu kadar, davanın içeriği açısından da anlaşılması güç bir tasarruftur; alınan karar sürpriz olmasa da. Kaldı ki, karar sonrası ülkeyi saran “infaz edilsin mi? Edilmesin mi?” tartışmalarının birden bire başlaması, bu kararın ne ölçüde aceleye getirilmiş tartışmalı bir karar olduğuna önemli bir kanıt olsa gerek. Bu tartışma çok önceleri başlamalıydı ve daha geniş kapsamlı olmalıydı. Hukuk gibi ciddi bir sorun, günlük siyasi ihtiyaçlara, sokakta oluşan radikal duygulara göre oluşturulmayacağı açıktır. Karara karşı değişik açıdan oluşan kaygılar gerçekte aklıselimdir. Bir toplumun böylesine geri dönülmez kararları uygulamadan önce yüzlerce kez düşünüp taşınması da bir o kadar önemlidir. Bu nedenle, sokakların duygularıyla alınan kararları engellemenin sokaklara düşmeyeceğinin anlaşılmaya başlanmasını, bize acı veren Devlet Güvenlik Mahkemesi (DGM) kararı ardından, sevinilecek bir gelişme olarak görüyoruz.

DGM’deki sürecin yakın takipçisi olarak, gerçek bir lider sorumluluğuyla ifadelerinizde dile getirip projelendirdiğiniz önemli ve bir o kadar anlamlı tezlerin şahidi olduk. Her ne kadar, kimi yetersizlerin beklentisi olan duygulara bağlı sıradan militan şovlarına önem vermemeniz, gerçekçi bir soruna akıl yoluyla yapılmış muhakemenin ürünü olan önermeleriniz, biz dostlarınızı olduğu, kadar Türk ulusunun aklıselimlerine de önemli bir mesaj oldu. Bu sürecin Türkiye toplumuna açtığı önemli ufukların olduğu inancındayım. Uzun yıllara sığan dostluğumuzun gözlemlerine dayanarak diyebilirim ki, “demokratik devlet çatısı altında, barış içinde, birlikte, eşit ve adil yaşam” konseptiniz, siyasal önermelerinizin geçmişiyle tam bir tutarlılık ve samimiyet içindedir. Bu konuda kuşkulu olanların ise sorumsuz ve yanılgı içinde olduklarını açıktır. Bilirsiniz, on sekiz yıllık dostluğumuzda siz bir Kürt lideri olarak, bizlerde Türkiye’de yaşayan Araplar adına, hiçbir zaman milliyetçi eğilimlere prim vermeden, ülkemizde barış ve kardeşçe yaşam projeleri üzerinde çalıştık, durduk. Bu eğilimlerimizi bulanıklaştırmak isteyenlere karşı mücadele ettik. Uluslarımızın hakları uğruna yürüttüğümüz mücadelede şiddeti zorunda kalmanın kısa erimli bir aracı olarak gördük, stratejik bir üslup olarak benimsemedik. Uygun fırsatı bekledik, aklı selimlerin haklı davalarımızı anlayarak bir kapı aralamalarını arzuladık. Tüm Türkiye devrimci hareketi adına bunları Mahkeme süreci içinde sizler daha yüksek sesle dile getirdiniz. Kimileri yanılarak bu açıklamaların samimiyetinden şüphe etti, “ örtüdür, yeni şeylerdir, eski tezlerle çelişiyor” sandı. Oysa, sizi yakından tanıyan bir dost olarak, mahkeme önünde dile getirdiğiniz açıklamaların geçmiş ifadelerinizin özüyle tam bir tutarlılık içinde olduğunu belirtmeliyim. Kaldı ki, sorun öylesi bir aşamaya geldi ki, kimsenin kimseyi ne aldatabilmesi mümkündür nede bunun zaman açısından olasılığı vardı; Kürt sorunu vehmi değil, gerçekçi bir sorundur, taraflarda birbirini tüm yönleriyle tanımaktadır. Bütün bunları göz önüne alarak, ülkemizde barışçıl yaşam için dile getirdiğiniz ve üstlendiğiniz misyonun ilgili tüm kesimler tarafından ciddiyetle ele alınması, tarihi bir yükümlülük olarak belirmektedir.

Buna rağmen, ortaya konan tüm barış çağrılarına karşın, mahkemenin köhnemiş yasalara dayanarak aldığı karar, bizler için sürpriz olmamasına karşın, aklı selim olmadığı açıktır. Gelecek kuşakları düşünenlerin, yüz yılların birlikte barışçıl olarak yaşamından bir güç oluşturulabileceğine inananların böylesi bir kararı yasal zorunluluk zırhına saklanarak onaylamaları tarihi bir yanılgıdır. Adalet dağıtıcıları skolastik yasalara mahkum kaldıkça kendilerini de adaletsizliğin zulmünden kurtaramaz. Böylesi siyasi kararları yasal zorunluluklarla açıklamak sorumluluktan kaçmanın en kestirme yoludur. Bir toplumun barışını zorluklara katlanmadan sağlamanın imkanı yoktur. Dolaysıyla Türk ulusunun düşünen özgür insanları, sivil-asker devlet adamları, gelecek kuşaklara barışı değil, ölümü ve yıkımı miras bırakacak olan bu kararı, en azından siyasi düzlemde durdurmaları, siyasetin mantığıyla tamamen uyumlu bir davranış olacaktır. Aksi taktirde, toplumsal aklın on yıllardır Türkiye’de engellediği diğer idam kararlarının neden infaz edilemediğini açıklayamaz. İdam kararlarını vermeyi zorlayan yasaların ilkelliğini aşmış bir toplumun siyasal düzlemde gösterdiği haklı duyarlılıkla oluşturulan engel (Meclisten idam kararlarının geçmemesi), davanız açısından, tüm toplum için gerekli bir tutum olacağını bu mektubum aracılığıyla iletmek isterim. Hukuku donuk yasalara endeksli kılmak, adaleti aldatmaktan, toplumsal kanaatlerin ulaştığı üst düzeyleri geriye çekmekten başka anlama gelmez. Ülkenin en önemli sorunu olarak görülen irticanın bir başka tezahürü de bu olur. Türk ulusunun düşünce adamları, ister sivil, ister askeri zevattan aklı selim unsurların böylesi bir irtica türüne cevaz vermelerini beklememek, başta tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir beklentisi olsa gerek. Aksi bir davranış, “vatandaş bağı ortaklığının” kocaman bir aldatmaca olduğu gerçeğiyle herkesi karşı karşıya getirecektir.

Sizi yakından tanıyan bir dostunuz olarak çok iyi biliyorum ki, bu tür kararlar şahsınızı ve etrafınızda oluşan haklı desteği hiçbir surette etkilemeyecektir. DGM kararı, şahsınızla ilgili olmaktan çok, ülkemizin tüm değerleriyle ilgili bir karardır. Bu karar Türk, Kürt, Arap, tüm Anadolu ulus ve halklarını yakından ilgilendirmektedir. Dile getirdiğiniz kaygıların şahsi olmadığı, bu tarihsel toplumların barış ve kardeşliğinin kaygılarından ibaret olduğu yeterince açıktır. Oluşturduğunuz dev yapılanmanın bu güne kadar gösterdiği dirayetli ve uyumlu tutumların ilgili taraflara bu açıdan yeterli bir mesaj olmasının beklemekteyiz. Bu beklenti, haklı ve meşrudur. Buna aykırı tutumların hiç kimseye faydası olmayacağı, yeni canların ve kan akımının durmasını sağlamayacağı açıktır. Kaldı ki, ekonomik boyutuyla da tüm tarafları ezen bu sürecin kapanması için doğan tarihi fırsatı değerlendirmek, heyecanlara, duygulara, intikam hezeyanlarına bağlı olmasa gerek. Unutulmamalı ki, milletlerin tarihi kararları sokakta alınsaydı bu gün hiçbir millet yer yüzünde olmazdı. Türk milletinin karar sahipleri bunu bilecek kadar tarih ve devlet tecrübesine vakıf olduklarına inanmak istiyoruz.

Türkiye’de yaşayan biz Arapların, bu gelişmeleri dikkatle izlediğini belirtmeliyim. Gelişmelerin, gelecekle ilgili kararlarımızı derinden etkileyeceğini de ayrıca belirtmeliyim. Bu ülkede birden fazla etnik yapının ve bunun gereği olan demokratik hakları içerecek bir barışın olabileceğine, gönülden inanmak istiyoruz. Özelde biz Araplar, adil bir eşitlik etrafında barışçıl yaşamı istiyoruz. Siz Kürtlerin, çektiği acı tecrübeleri yeniden denemek istemiyoruz. Bu acılarla, yeni düşmanlık kapıları açılmamalıdır diyoruz. İstediğimiz ulusal hakların, demokratik bir siyasal sistemde güvencelere kavuşturulmuş olmasıdır. Bu konuda işin aldatmacalarla yürütülmesi tehlikesinin hiç kimseye yarar getirmeyeceğini de, ayrıca belirtmeliyiz. Kürt kimliği ya da Arap kimliğinin Türkiye’de tanınması, “ İşte radyo, TV, basım yayın işlerinize göz yumuyoruz” türünden ciddiyetsiz, hukuksuz bir lütuf olarak algılanmamalıdır. Kimlik sorununun tanınması hukuki ve kurumsal bir hadisedir. Sosyal, siyasal, iktisadi bir işlevi olmayan ulusal kimliğin tanınması ya da dilin konuşulması, serbest bırakılmasının hiçbir önemi ve anlamı yoktur. Böylesi, ne kültür haklarının verilmesi ne de ulusal kimliğin tanınması demektir. Hitit ya da Sümer kimliğini tanıma, dilini konuşma, araştırma ve yaşatma ile yaşayan bir ulusun kimliğini tanıyıp, büyük bir insan kitlesi tarafından yaşamın bir unsuru olarak varlığını sürdüren kültür ve dillerinin özgürlüğünün verilmesi arasında fark vardır. Bu fark kendini hukuki ve kurumsal etkinlikleriyle gösterir. TC vatandaşlarını, vatandaşlık hakkı ve bağıyla mükafatlandırdıklarını sık sık dile getirenlerin, bu vatandaşların ayrımsız ödedikleri vergilerle, tek bir dile tüm resmi imkanların sağlanması karşısından, kendi ana dilini geliştirmek isteyen aynı vatandaşların bundan yararlanmasına olanak tanımamalarını izah etmek mümkün değildir. “istiyorsan, git kendin okul kur, eğitim yap” demek özgürleştirmek ya da hak vermek değildir. Aynı söylemi ve özgürlüğü vergi toplarken söylemeyen ve tanımayan bir devletin, eğitim gibi kapsamlı bir sorunda vatandaşına “özgürlük verdiğini” iddia etmesi, yalnızca bir komedidir. Böylesi bir dayatma, ne demokratiktir nede istenen barış için bir adım olarak görülebilir. Vatandaşlık bağıyla bağlı olanların ayrımsızca ödemekte oldukları vergilerden, kendi ulusal kimlikleri ve bunun içinde bir unsur olan kültür ve dilleri için pay alma hakkını tanınmadan, demokratikleşmeden, eşitlikten ve adaletten bahsedilemeyeceği açıktır. Kimsenin kimseyi adatmadığı adil, barışçıl, demokratik sürecin bir unsurunu da böyle kavramak gerektiğine inanıyorum.

Dil konusu açılmışken şunu da belirtmeden geçemeyeceğim. Bir Arap olarak her zaman, Türklerin dini ibadetlerini Türkçe yapmalarından yana oldum. Bu Türklerin tamamlanmamış ulusal süreçlerini tamamlamaları açısından olduğu kadar, ulusum Arapları kültür emperyalistliğiyle suçlayıp boş düşmanlıklar yaratmamaları açısından da önemli gördüm. Bilinen sıfatlarıyla Allah’ın tüm dilleri bileceği açıktır. Kaldı ki, Arapça ile, İslam adına yapılan şeriatçı gericiliğin aynı şey olmadığı bilinmesi gereken basit bir gerçektir. Bu gerçek aynı zamanda Arap ulusunun Şeriatçılardan, emperyalist kışkırtma ve desteklerle kendini “Müslüman Kardeşler” diye ilan eden ilkellerden, son yarım asırdır ödemekte olduğu ağır faturayı da içermektedir. Bu faturayı tüm İslam ülkeleri şu yada bu şekilde ödemiştir. Türkiye’nin bu sorunla yeni karşılaşması, Arapları, Arapça’yı suçlamak için bir gerekçe olmamalıdır. İlerici ve laik Araplar bu mücadelede yalnızca halka dayanarak, İslam ve Kuran’ı ana dilleriyle ve gerçekliğiyle anlatarak galip geldiler. Oysa, Kendi ana dilini ibadetinde henüz kullanamayan Türk ulusu, bu mücadelesinde halk yerine askeri güce yaslanarak, tehditlerle, baskılarla, polisiye önlemlerle, başka ulusları ve dilleri suçlamakla sonuç alabileceği yanılgısından sıyrılamamaktadır. Oysa bundan sıyrılmanın ilk şartı dildir, kendi diliyle inancı anlamak ve anlatmaktır. İslamı ve kitabı Kuran’ı daha iyi anlamak, kendi ana diliyle ibadeti ve öğrenmeyi gerekli kılar. Bunun ise halkların ve insanların birbirlerine olan sevgilerini artıracağı açıktır; En kötü haliyle din, insanlar arasında barışı kardeşliği ve dayanışmayı esas alır. Ancak Türkler bu konuda yetmezlik içindedir. Kendi dilleriyle ibadet etme gibi aydınlanmanın önemli bir aşamasını geçememişlerdir. Bunun vebali yalnızca Türk aydınlarına ve yönetimlerine aittir. Ve Türkiye’nin demokraside geç kalmasının nedenlerinden biri olarak da bu unsuru görmek gerek. Osmanlının kirli mirası olarak süren bazı akılların bunun önüne engel oluşturması, bu meyanda Türklerin tarih içinde ürettikleri en büyük ve en verimli şahsiyet olan Atatürk’ün “Türkçe ibadet” gibi çok önemli tezlerine karşı, fikirsel eleştiri yerine, irticanın geleneksel aklıyla, insanca kabul edilmez hakaretlerin yöneltmelesini esefle karşılarken, bu sorunların kaynağında başka dillerin özgürlüğüne konan yasağın, aynı zamanda Türk dili üzerine oluşturulan yasak anlamına geldiğini görmek gerek. Bunu, Türk düşünürlerinin anlamalarını bekliyoruz.

Türklerin, ibadetlerini kendi dilleriyle yapmalarına engel olan bu ilkel güç odakları, aynı şekilde Anadolu’nun dil zenginliğini, kültür ve etnik yapı zenginliğini de karartmaktadırlar; bunu da
çoğu zaman iktidar erkinin etkinlikleriyle ve insanlık dışı baskılarla yapmaktadırlar. Kürt sorununda en katı ve en ilkel tutumu alan milliyetçilerin, irtica ile en sıkı dirsek temasında olmalarının anlamı da burada yatmaktadır. Bu sahte milliyetçilerin geliştirdikleri ırkçılık, irticanın siyasallaşmasında birinci rolü oynamıştır. Aynı güçler ülkemizde demokrasi sürecinin gelişmesini de engelleyenler olmuştur. Bütünsel olarak ele alındığında, sizlere tevcih edilen DGM kararının ayrıca, bu karanlık güçlere prim olacağının bilinmesi gerektiğine inanıyorum. Zira, Özgürlüğün boğulduğu her düğüm, irticanın tırmanışı için bir basamaktır.

Satırlarıma son verirken, Devlet Güvenlik Mahkemesi’nin verdiği kararın tarih nezdinde, insanlarımızın ve insanlığın sağduyuları nezdinde işlevsiz olduğuna, Türkün de, Kürdün de, Arab’ın da çıkarının bu kararı lağvetmekten geçtiğine inancımı yineliyorum. Gelecek kuşaklara bu günden bıraktığın güzel barış ve kardeşlik mesajlarından dolayı sana şükranlarımızı iletirim. Duygularımızdaki acıları siyasal bir işleve yönlendirmeden ifade ederek, daima haklı davanızın yananda olacağımızı bilmenizi isterim. Var olan gerçeği hiçbir gücün yok edemeyeceği doğa yasasını, tüm aklı selimlere buradan bir kez daha hatırlatmayı görev sayıyorum.

1 Temmuz 1999









































OSMANLI AKLININ TARİH SERÜVENİ ( III )












Mihrac Ural





















4. OSMANLI AKLININ KORSANLIĞI ve ÖCALAN'NIN KAÇIRILIŞI


Bu bölümü sonradan eklemek zorunda kaldım. Makalemi iki ay önce bitirmiştim. Baskı hazırlıkları sırasında acı haber dünyayı sardı. Başkan Öcalan esir düşmüştü. 15 Şubat 99’da dünya tarihinin ender korsanlıklarından biri, tüm dünya kamuoyu gözü önünde ABD istihbarat servisi CIA, İsrail’in MOSAD’ı, Kenya’nın istihbaratı ve Türkiye MİT’inin kirli işbirliğiyle, Kürt ulusu tarihinin en önemli lideri kaçırılarak, Türkiye’ye teslim edildi. Dünyayı saran bu haber, bir kez daha Hasta Adam Osmanlı’nın devamı Türkiye Cumhuriyeti’nin, geleneksel korsanlığa devam ettiğini göstermiştir.
Korsanlık, Osmanlının denizlerdeki temel talan seferlerini oluşturuyordu. Nice milliyetler, halklar, uygarlıklar bu korsanlığın top gülleleri altında eritilerek yok edildi. Tek amaç vardı, o da, gasp ve barbarlıktı.

Osmanlı bu süreci, yaşamının son anına kadar sürdürdü. Hasta düşüp, tükendiği yerde yeşeren Türkiye Cumhuriyeti, genetik devamı olduğu Osmanlının bu yönüne yeniden yaşam vermesi kaçınılmazdı. Nitekim TC, 40 milyonluk dev bir Ortadoğu ulusu olan Kürt ulusunun lideri Öcalan’ı, uşaklığını yaptığı güçler yardımıyla, devletler hukukuna, her türden insan haklarına, uluslararası anlaşmalara tecavüz ederek gerçekleştirdiği korsanlık eylemiyle kaçırarak, bu adımı da attı.

Bu menfur girişim bir kez daha TC’nin hukuk dışı iştigalleri olan bir devlet olduğunu, ortaçağ anlayışıyla insan ilişkilerine baktığını ve buradan da egemenlik altında tutuğu ulus ve halklara karşı pervasız bir barbarlıkla yaklaşmakta olduğunu göstermiştir. PKK Genel Başkanı, Kürt ulusunun birleştirici önderi Başkan Abdullah Öcalan’ın esir edilişiyle başlayan süreç, ayrıca bir hukuksuzluk dizisi olarak sürmeye devam ediyor. Savunma hakkı sürekli kısıtlanan, avukatlarına inanılmaz engeller ve baskı yapan bu zulüm süreci, işlenen korsanlığın mantık uzantılarının nereye kadar gideceğine de bir göstergedir. Adil olmayacağı tüm verileriyle belli olan yargılamanın, alelacele düzenlenen ve bağımsız olmayan Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) görülerek sona erdirilmek istenmesi, korsanlığın hukuk alanında nasıl işlev gördüğünü anlatmaya yeterlidir. Buna Türk aklının çalışma sistematiğini anlatması açısından, Öcalan’ın yakalanmasıyla Kürt ulusunun özgürlük istemi ve mücadelesinin bir çırpıda biteceğini bekleyen ve bu amaçla “Pişmanlık Yasası” teklifini, Meclis üstü girişimle önerip, kararnameyle yürürlüğe sokma telaşını eklemek gerek. Ayrıca, bugüne kadar akıllarına hiç gelmeyen, “Doğu’ya yatırımları hızlandırmak için, dağdan inecek, kandırılmış ve pişman olmuş Kürt savaşçılarına iş olanağı sağlamak için” kaynağı meçhul ve tamamıyla propagandaya yönelik 10 trilyonluk paket açıklaması komedyasını da hatırlamakta yarar vardır. Böylesine telaş ve böylesine çelişkili girişimler tipik bir Osmanlı aklı olarak, kendini ve ulusunu aldatmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Nitekim ne “Pişmanlık Yasası” na isticvap eden çıktı ne de sözü edilen yatırım heyulasından bir şey görüldü. Tüm söylemlerinin yalan ve aldatmacadan ibaret olduğu, birkaç hafta içinde tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Bu yalanın en büyük fabrikası olan Türk medyasının Öcalan’ın yakalanmasıyla başlattığı kirli propaganda ve uyduruk atıflarda bulunmalar da, Öcalan’ın avukatları aracılığıyla yansıyan mesajlarında yerle bir oldu. Esir Başkan Öcalan;” Bu mahkemede TC.nin Kürt siyaseti yargılanarak mahkum edilecektir. Mahkeme başlamadan kazanan taraf biz olduk, mahkum olacak taraf ise TC. olacaktır.” Mealinde, dışarıya yansıyan mesaj, Türk Medyasının bilinen temel özelliği yalancılık, abartmacılık ve kirli gayelerle hasmı kirletme çabası, kendini vuran bir silaha dönmüştür. Şimdi medyasından, yönetimine yeni konseptler ve arayışlar içinde bataklığa gömüldükçe gömülmektedirler.

Ancak bütün bu girişimler, var olan gerçeği örtmeye yetmeyecek birer beyhude çabadır. Kürt güneşini karartacak hiçbir bulut gök yüzünde asılı kalmayacaktır, Kürt özgürlüğünden daha yüksek bir zindan duvarı da örülemeyecektir. Geride yalnızca, insanlık tarihinin utanç listesinde, insanlığa karşı işlenen suçlarda, Osmanlı miras yedisi TC’nin yer alışı kalacaktır.

İnsanlığa hukuk uygarlığını sunan Roma’nın, suçlu görmediği, yargılayamadığı, Batı uygarlığı ülkelerinin yargılanabilecek hiçbir şey bulamadıkları, kendi isteğine rağmen “uluslararası mahkeme”de yargılanması sağlanamayan, esir Başkan Öcalan’ı Türk “adaletinin” (!) yargılama gerekçesi hiç olamaz. O, Kürt ulusu adına yalnızca, kendi topraklarında demokrasi ve özgürlük istemektedir. Kürtlerin, başkasına ait olup istedikleri hiçbir şey yoktur. Barışa ve kardeşliğe davet edenler de, Kürt ulusu ve lideri olmuştur. Verilen cevap, ölüm mekanizmalarıyla olmuştur; TC. bu eylemleriyle, Türk-Kürt kardeşliğinin koca bir yalan olduğunu yeterince açığa vurmuştur. Kürt ulusu, liderinin korsanca kaçırılışına rağmen, barış elini uzatmaya devam etmiştir. Ancak TC 40 milyon insanı, hala yok saymaya devam ediliyor. Tarihin en eski ve en uygar halklarından olan Kürtler, hiçbir ulusal hakka sahip olmadan esir yaşam mahkumiyetine devam ediyor.

Anadolu’nun kadim uygarlığı yeniden uyanırken, İnsanlığa sunduğu 20.yy’ın son büyük devrimcisi Esir Başkan Öcalan, özgürlüğüne er yada geç kavuşacaktır. Anadolu’nun uygar insanlığı bu tutsaklığa uzun süre göz yummayacaktır. Bu, bireyin fiziki özgürlük kazanımı olmasa da. Esir Başkan’ın açtığı yolda Kürt ulusunun özgürlüğünü engelleyecek hiçbir gücün kalıcı olmasına izin verilmeyecektir.

Ancak bu gelişmelerin insanlığa anlattığı önemli mesajların doğru kavranması gerekmektedir. Bunun en önemlisi TC. korsanlığıdır. TC’nin, Osmanlı korsanlığı defterini açtığıdır. Osmanlı aklının bu eylem türü, bundan sonra da sık sık dünya kamuoyunu meşgul ederek, hukuksuzluğu pervasızca sürdüreceği bilinmelidir. Uygar insanlığın görevi, Anadolu’nun uygar insanlığının, TC. korsanlığına karşı açtığı mücadelede yalnız bırakmamaktır.

İMAD MAĞNİYE ARAPLARIN CHE GUEVARA'SI ŞEHİT OLDU




İMAD MUĞNİYE

ARAPLARIN CHE GUEVARA’SI ŞEHİT OLDU


Bedreddin Mahir

Bedreddin.mahir@gmail.com

http://mihracural.blogspot.com/

13 Şubat 2008

İmad Muğniye, bir kahraman, bir stratejist, bir komutan, bir halk insanı ve halklar adına bölgemizin kurtuluşu için savaşan bir şehit.

Büyük oyunların coğrafyasında dünyanın en azılı, en şeytani istihbarat teşkilatlarına kök söktüren, İsrail’e er meydanında diz çökerten bir kahraman olarak, CİA-MOSAD-Gerici Arap istihbaratlarının el birliğiyle karanlık bir pusuda şehit düştü.

Onu tüm dünya basını uzun uzun anlatacak. Bir ömre sığması mümkün olmayan etkinlikleriyle bir direnme kahramanının nasıl olacağını dost olduğu kadar düşmanda öğrenmiş olacak. Siyasi yaşamına Filistin davasına kendini adamakla başlayan, 1982 İsrail’in Lübnan’ı işgaline karşı direnişte Emel Hareketi ve sonra Hizbullah saflarında devam eden bu kahraman, Güney Lübnan’da işgal dönemi boyunca İsrail’i çaresiz hale getiren etkinlikleriyle adı bilinmeden parlayan bir yıldızdı. Çok az görünen ama mütevazi bir direniş lideri olarak, 2000 yılında İsrail’in kaçarak Güney Lübnan’dan çıkmasında en büyük rolü oynayan bir askeri komutandı.

12 Temmuz 2006 savaşında ise, on yılların birikimleri üzerine, genç yaşta on yıllar süren Arap–İsrail savaş tarihinin kaderini değiştiren rolünü oynama fırsatı bulmuştu. Bu fırsatı görkemli bir şekilde de taçlandırmıştı; İsrail, o yenilmez sanılan ABD korumalı dünyanın en güçlü silahlı kuvvetleri devletine diz çökertmede önemli roller oynamıştı. Tüm Arap ülkelerinin birleşerek yapamadığını, bir direnme örgütü olarak Hizbullah, İmad Muğniye ayarındaki liderlerle bunu başarıyordu.

Bu acı ders, ABD başta olmak üzere bölgemizde Arap gerici yönetimlerince desteklenen, İsrail kıyım ve yıkım mekanizmasına da ağır bir darbeydi. Bu özellikler, uzun zamandır aranan ve başına 25 milyon dolar ödül konulmuş olan birkaç kez suikastlardan kurtulan bu kahramanı birincil hedef haline getirmişti. Düşmanları bile “bu ayarda bir ancak CHE Guevara’yla karşılaştırılabilir” deme durumunda kalıyordu.

İmad Muğniye gerçek anlamda Arapların CHE Guevara’sıdır. Ülke ülke bölgemiz halklarının kurtuluşu için emperyalizme karşı, gericiliğe ve Siyonizm’e karşı savaşmıştır. Kalleş bir pusunun onu aramızdan alması, onlarca yeni kahramanın doğuşu için bir yol olacaktır, bir kapı aralaması olacaktır.

Bu suikastın geri planında ise çok derin denklemler bulunuyor. Bu denklemler, bölgemizi bataklığa çeviren çıkar dünyasının halklara düşmanlık ve ölüm kusan denklemlerinden başka bir şey değildir. Yaratıcı anarşi diye tanımladıkları kaos ortamı, bunun en pervasız tarzda ikamesini ifade eder. Bu ikamede ölüm ve yıkımdan başka bir şey yoktur.

Ortadoğu yazılarımda sıkça uzun uzun izah ettiğim ölüm denklemleri, emperyalistlerin Akdeniz, Ortadoğu Kafkas hattının enerji yollarını denetim altına alma çabasının bir parçası olarak kendini ifade eder. Bu yolların denetimi için Afganistan ve Irak işgal edildi. Bu amaçla İran ve Suriye vurulmak istendi. Lübnan ise Akdeniz’e açılan batı şeridiyle, yüksek dağlarıyla, bir üs yapılmak istendi. Suudi Arabistan gibi kaypak, gerici, mahkum yönetimlerin eli serbest bırakılarak işlevsizliklerine bir rol biçildi. Mısır’ın Arap sahasındaki etkinliğinin kırılması ardından, bölgede ortaya çıkan iki büyük kamp, bölgemizdeki tüm ilişki ve çelişkilerin belirlenmesinde bir odak haline gelmiş oldu.

İki kutuplu bir bölgenin oluşması, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çizgisinde bütünleşenlerle, direnme safı olarak bütünleşen güçleri büyük bir hesaplaşma sürecine getirmiş oldu.

Birinci kutupta, mutedil ülkeler olarak tanımlanan, ne tarihi, ne coğrafi, ne de insan potansiyelleriyle hiçbir zaman Arap aleminde olumlu varlıkları olmamış ülkelerin de için de olduğu, İsrail ve ABD- İngilizlerin etkin katılımıyla nispeten Fransızların da aldığı rollerle öbekleşmiş halk düşmanı güçler bulunmaktadır. Diğer tarafta ise, yükselen çok yönlü etkinliğiyle İran – Suriye ve direniş örgütleri yer almaktadır. Bu ikincisinde görülen o ki, direnme örgütü olmak artık bir devlet olmak gibi, hatta özgürlük bakımından daha geniş bir sahada, daha etkin olma fırsatı yaratmaktadır. Hizbullah’ın, Temmuz 2006 savaşında İsrail’e diz çökertmesiyle birlikte devletler bile, İsrail’le kozlarının paylaşımı için direnme örgütleri kurma eğilimini yükseltmiştir. Gerçekten de bölgemizde direnme örgütü yapısını kurumlaştırmamış ne devlet ne de hiçbir etkinlik üzerimize gelen bu dalgayı dizginleme durumunda olmayacaktır.

Bu denklemde direnmenin kalbi Suriye’dir. Tüm direniş ülkelerinin bölge devrimci hareketlerinin anavatanı olma esprisi de buradan gelir. İran bu saflarda etkin bir güçtür; kendi özgün ulusal çıkarları ve eğilimleri olmasına karşın gösterdiği özverili dayanışma, ideolojik ve inançsal kaynaklardan gelse de bölgede emperyalistlerin ve Siyonistlerin rahat at koşturmaları önünde hesaba alınacak en büyük güçtür. Bu da halkların korunmasında önemli değeri olan bir var oluştur. Ancak İran, direnmenin çıkarlarıyla tam bir kesişme içinde olduğunun bilinciyle halkını ve ülkesini koruma yollarından biri olarak da bunu görmektedir.

Temmuz 2006 savaşından sonra, direnme örgütleri artık eskisinden çok farklı bir yerdedir. Bölgemizin direnme örgütleri tamamen birer halk hareketidir. Halkı tarafından benimsenmiş, askeri olduğu kadar, seçim ortamlarında da en üstün başarıları göstererek, bakanları, milletvekilleri, başbakanları, hükümet kurma, gurup oluşturma gibi etkin halkın desteğine mazhar olmuşlardır. Bu gelişme, direnme örgütlerinin tarihinde görülmeyen yeni bir gelişme olarak kaydedilmektedir. Bölgemize yüklenen emperyalist-Siyonist acıların halkın bilincinde bıraktığı izlerin tepkisi olarak bu tablo, önemli bir saflaşmanın yaşandığına da göstergedir. Dini bağlamda etkin bir bilinçaltı taşımalarına karşın, bölgemize ve halklarımıza yönelik tahribatlarına karşı duyarlı bir halk gücü olarak varlık ve işlevlerini sürdürmektedir.

Bu durum, her iki kutbun en küçük meseleden en büyüğüne kadar süratle karşı karşıya gergince gelmesine yol açmaktadır. Lübnan’daki gelişmeler bunu göstermeye yeterlidir. Refik Hariri’nin 14 şubat 2005’te katledilmesiyle hayata geçirilen “Yaratıcı Anarşi” ve ardından onlarca siyasinin katledilmesi, tüm suikastların benzer araç ve yollarla yapılması bu karmaşayı kimlerin yaratmak istediğine de yeterli olmuştur; ABD ve İsrail tüm bu kirli işlerin arkasında duran güçlerdir. Bu yıkım ve kıyım güçleri, bu talan ve ölüm mekanizmaları açısından düşünen, direnen her Arap’ı öldürmelidir. Şaka gibi gelir, abartma ve mübalağa sanılır ama gerçek tastamam bu mihverde seyretmektedir. 50 yıldır oyun bu şekilde sahnelenmektedir. En iyi Arap ölü Arap siyaseti gütmektedir. Bunun sonucu en dincisinden (Hizbullah lideri Abbas el Musevi 92 de) en komünistine kadar ( Lübnan Komünist Partisi Genel Sekreteri George Havi 21 Haziran 2005), önlerine gelen tüm direnme liderleri birbiri ardınca katledilmiştir. Liberal liderler de, Refik El Hariri gibi kaos için, halkın birbirini doğraması, ellerini bulaştırmadan Arap halkının birbirini tüketmesi amacıyla da ölüm çarkını çalıştırmıştır.

Yakın dönemde Suriye’nin başkenti Şam’da bağlanacak Arap zirvesi yaklaştıkça, bu kanlı girişimlerin artması, yıkılmak istenen direnme kalesi Suriye’ye aynı türden mesajların verildiğine bir işarettir. Bölgenin en güvenli ülkesi, halkının yönetimiyle en sıkı tarzda kenetli olduğu ülkenin istikrarını bozma girişimleri, bu şer güçlerinin bölgemizde düştüğü acizden çıkmak ve direnme merkezlerine acımasız ölüm süreçlerini ikame etmek içindir. Afganistan’da bozulmaya başlayan dengeler, Irak’ta sonuçlanmayan ve bataklığa dönüşen işgal, İran ve Suriye’yi vurmanın hiç de kolay olmadığının anlaşılması, Lübnan’da yaratılan anarşinin sonuca ulaşmaması, BOP planlarını alt üst ettikçe, daha çok kana ve katliama yönelmeyi çözüm olarak dayatmaktadırlar. Bu dayatmaların aracı olan kimi yerli güçler ise, safların daha da bulanıklaşmasına, nokta eylemleriyle er meydanında kazanılmayan sonuçların pusularda alınmasına fırsat vermektedir. Bu ise kahramanların şehit olması pahasına direnmenin hattının bölgemiz için tek koruyucu kalkan olduğunu gösterir olmuştur. Halkın etkin biçimde direnme örgütlerine onay vermesi ve arkasında durması bu gerçeklerin anlattığı tarihi tecrübelerle yakından ilgilidir. İmad Muğniye’yi lider yapan, bir kahraman olarak şehit mertebesine kavuşturan veriler bölgemizin bu denklemlerinden kaynaklanmaktadır.

Bölgemizin Emperyalist-Siyonist emelleri serbest atış poligonu olması önünde en büyük engel olan ve halkların çıkarlarını kısa ve uzun erimde koruyacak olan direniş güçleri ve bunun liderleri gerçekte bölgemizin güvenliği açısından da büyük bir önemdedir. Bu açıdan Amerikan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sean McCormack, “ ‘kitlesel katil ve terörist’ diye nitelediği Mugniye'nin yaşamadığı bir dünyanın daha iyi bir yer olacağını” söylemesi, katilin kim olduğuna yeterli bir işaret olduğu kadar, aldatmacaların çehresini açığa çıkartmak açısından da ibretle izlenmesi gereken bir duruştur. Bu cümleleri Beyaz Saray sözcüsünden, Afganistan işgali ve Irak işgali sırasındada duymuştuk; “Irak yönetiminin devrilmesi dünyanın güvenliği açısından gereklidir” denilmişti. Dönüp baktığımızda dünyamız çok daha istikrarsız ve tehlikelerle dolu bir dünya haline artan oranda bu işgallerin ardından gelmiştir demek yanlış olmayacaktır. Tarihin bilinebilen en büyük yalanı ve aldatmacasıyla Irak işgaline girişenlerin İmad Muğniye’nin katliyle bölgemize güven yerine artan bir gerginlik ve ölümcül süreçlere yenilerini eklemiş oldular.

Korkakça, ve pusularda haince girişilen bu menfur suikastın, 25 yıllık bir takibatın ardından gerçekleşmesi, bu şer güçlerin bölgemiz ve halklarımıza karşı ne türden bir kin ve intikam duygusuyla saldırdıklarını gösteriyor. 12 Temmuz 2006 savaşında Lübnan direniş güçleri karşısında aldığı ağır ve diz çökerten, prestij kıran yenilgisiyle İsrail, iç karışıklıkları ve korkunun yarattığı psikolojiyle bu eyleme girişmesi, beyhude çabaların gelip tıkandığı yere bir işaret sayılmalıdır. Dünyanın en büyük askeri tersanesiyle bir direniş örgütü karşısında alınan yenilgiyi, bir askeri lideri katletmekle telafi edeceklerini sananlar, bundan sonra galibiyet yüzü görmeyecek kadar tükenmiş durumdadırlar demektir. İsrail bu menfur suikastla hiç bir prestijini geri getiremeyecektir.

İsrail devleti, devletten çok bir terör ağı gibi çalışan ender özellikleriyle, suikast yapma kararlarını iktidar ve muhalefet üyeleriyle birlikte oylama usulüyle yapan bir tür şebekedir. Filistin halkının yetiştirdiği kurtuluş liderlerini, direniş liderlerini bu yöntemlerle birer birer tasfiye etmiştir. Ebu Cihad, Ebu İyyad (El Fetih önderleri), Dr. Fethi Şikaki (İslami Cihat Genel Sekreteri), Ebu Ali Mustafa (FHKC Genel Sekreteri), Şeyh Ahmet Yasin (HAMAS Kurucu ve Manevi Önderi), Dr. Abdulaziz Rentisi (HAMAS lideri) ve Filistin’in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın katli hep bu yöntemle alınan kararların sonucudur. İmad’ın katli de özel bir operasyon kararıyla olmuştur. Bugün yayınlanan ve kaynakları güvenilir yazarların içinde yer aldığı Maarif gazetesi’nden, Filistin Arap milletvekilinin yaptığı aktarma çok dikkat çekicidir; “Maarif’e göre, İsrail istihbaratı, Lübnan direnişi örgütü liderlerinden ilk on sıradakileri belirleyerek ve sonra bunlardan ilk 5 lideri ‘kelle kesme’ operasyonu diye adlandırdığı bir operasyonla tasfiye etme kararı almıştır. Bu beş kişinin başında da İmad Muğniye bulunmaktadır” diye aktarmıştır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, İsrail kanlı süreçlerine savaş öncesi dönemde hazırlıklar yapmış ve savaşın acı yenilgisiyle ve aradan geçen yıllar sonra kirli emeline varabilmiştir. Bu ölçüler tek tek analiz edilirse, artık İsrail’in ciddi bir gerileme içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Ne zaman açısından eskisi gibi fırsatlara sahiptir ne de başarı açısından etken değildir. İmad Muğniye gibi bir kahramanın katli önemlidir ancak direniş örgütü bu zaman zarfı içinde onlarca yeni lideri yetiştirmiş ve boşluğa yer tanımayacak bir hazırlık içinde olmuştur. Bu açıdan da İsrail hedefine varamamıştır. Artık her eylemiyle geri sayım sürecinde sürüklenen bir İsrail’le karşı karşıya bulunmaktayız.

Geri sayım başlamıştır. Bin kez galip gelse de (tüm Arap-İsrail savaşlarında olduğu gibi), bu galibiyetlerini siyasi başarıyla taçlandıramayan İsrail’in, bir kez mağlup olmakla sonun eşiğine geleceği, tükeneceği açıktır. Yüz milyonlarla sayılan nüfusuyla Arap ulusu ve coğrafyasının okyanusu içinde suni bir nokta olarak, Batılıların II. Dünya savaşındaki ahlaksız ve rezilcesine yürüttükleri Yahudi soykırımının kefaretini Arap Filistin halkına ve vatanına ödetmek amacıyla yama gibi kurdurulan bu devlet, savaşla, kıyımla, yıkımla Nazilerin yöntemleriyle bölgemizde sürdürebileceği bir yaşam türü kalmamıştır, yoktur. Bir kez mağlup olmanın yok olmakla eşit olduğu gerçeği bu verilerin sonucudur. İsrail’in mağlubiyetiyle başlayan geri sayımın anlamı da budur. İsrail’in tepkisi ve er meydanında bileğini bükemediği bir kahramanı kalleşçe pusuda avlama girişimi, böylesine bir kaygı ve korkunun sonucudur. Bunun da hesabı, gerilemenin derinleşmesinden başka bir şey olmayacaktır. Bu beyhude girişimlerle bölgemiz daha gergin ve daha kanlı süreçlere sürüklendiği de açıktır. Bu satırları yazdıktan bir gün sonra 14 Şubat 2008’de Hizbullah lideri El Seyyid Hasan Nasrullah, cenaze törenindeki konuşmasında, İsrail devleti kurucusu David Ben Gurion’dan yaptığı bir aktarmada “İsrail, Araplarla savaşında biraz toprak kazanmak ve kaybetmekle değil, ne kadar savaş kazanırsa kazansın, bir tek savaş kaybetmekle sukut eder” diye dile getirdi. Bu gerçeği İsrail devletinin kurucusunun iliklerinde hissetmesi, bölgemizde barışa en çok ihtiyaç duyanların inanılmaz bir hışımla yıkım ve kıyıma girişmelerinin altındaki kaygı ve korkuyu yansıtmaya yeterlidir. Evet İsrail bin kez kazansa da, bir kez kaybedince sukut eder, bölgedeki yaşamı köklüce tehlikeye girer. .

İmad Muğniye, 25 yıldır tüm şer istihbarat güçlerine kök söktürmüştür. Ele geçmemiş, kendini gizleyebilmiş, halkının güvenlik alanında başarıyla görevlerini sürdürebilmiştir. Bölgemizi talan etmek, kaynakları üzerindeki vesayetlerini artırmak için hızlanan girişimler ve buna çanak açan, halkından kopuk fildişi kulelerinde oturan yönetimlerin yarattığı ortamda, istihbarat teşkilatlarının cirit attığı bir kaos ortamı yaygın hale gelmiştir. ABD’nin Irak bataklığında artan çöküşüyle, Afganistan’da yeniden kendini toparlayan El Kaide ve Taliban etkinliklerinin yarattığı kaygı ve korkular, şer istihbaratlarını birbiriyle etkin dayanışmaya itmiştir. Halklarının çıkarına karşı da birleşen bu şer istihbarat güçleri içinde, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün Arap gericiliği adına önemli fonksiyonlar üstlenmiştir. Suudi Arabistan emiri ve babası Veliaht Sultan Bin Abdulaziz’den sonra veliaht olacak Bender Bin Sultan Bin Abdulaziz, bölgemizde bilinen ve bilinmeyen tüm karanlık işlerin içinde CİA ve MOSAD’la her türden ilişki geliştirmekte ve bölgemizin acılar içinde daha uzun yıllar kıvranması amacıyla palanlar yapılmaktadır.

Tarihi boyunca Arap vatanseverliğin temel kitlesi olan Lübnanlı Sünnileri, Refik El Hariri ve sonrası oğul Saad El Hariri kuklasıyla, kirli işlerinin kitlesel tabanı haline getirmiştir. Yaratıcı anarşinin önemli bir ayağı haline getirilen bu tecrübesiz medyatik liderler, birer kukla olarak bu süreçte halklarına karşı işlevlerde rol almaktadır. Bunun sonucu olarak direnme örgütleri ve liderleri güvenlik açısından açık hale gelip tehlikelere maruz kalması kaçınılmaz olmaktadır. ABD ve İsrail çıkarlarını bu türlerin eliyle, “temiz iş bitirme” adı altında kotarmaktadır. Elini sürmeden, kayıp vermeden, işbirlikçi çömezlerinin eliyle tasfiyeleri de yürütmektedir. Bunun için, yaşamda büyük bir tükeniş içine sürüklenen Filistinli göçmenler, lümpenler, wahhabi mezhebi köleleri olan karanlık akıllı tutucuları birer maşa olarak içinde yaşadıkları, komşuluk akrabalık gibi bin bir bağla bağlı oldukları halkın içinde serseri mayın halindeki bu türleri kullanmaktadırlar. Nitekim ABD-İsrail istihbaratlarının tüm etkinliklerine karşın 25 yıl ulaşmayı başaramadıkları bir kahramanı, iç casus ve işbirlikçilerinin takibi ve eliyle karanlık pusularda kirli emeline ulaşabilmiştir.

Bu elim sonuç da, yüksek bir istihbarat işi olduğu kadar Arap gericiliğinin, özellikle de Suudi Bender Bin Sultan Bin Abdulaziz türünden, hiçbir vatanseverlik duygusu ve bilinçaltı olmayan, ulusal bir bilinç taşımayan, vatan sathına göre küçük, zayıf ve güçsüz olan aşiretini koruma içgüdüsünden kaynaklı bir kültürü aşamamış; bu zaafları da, illaki bir dış destekle koruma ihtiyacı duyan kişilerin, son dönemlerde ardı arkası kesilmeden yapılan istihbarat teşkilatı toplantılarının “bölgeyi teröristlerinden temizleme programı”yla sonuçlanan kararları ve büyük mali kaynaklarla desteklenen girişimlerinin kirli sonuçları olarak gündeme gelmiştir.

İmad Muğniye, bu yolun lideri ve en önemli kahramanlarından biriydi. Şahadeti ona bir taçtır. Pusunun karanlık ajanları, bu korkak ve kalleş girişimle bir kez daha, halkın birleşmiş gücü karşısında ne kadar çaresiz olduğunu göstermiştir. Bu menfur girişimle, İmad Muğniye’ye karşı gösterilen kalleş saldırıyla, halkın tek özgürlük yolunun direnme olduğunu bir kez daha göstermiş oldular. Şehit düşen bu yiğidin yerine, binlerce yiğit, lider ve kahraman olarak direnme saflarında boşluk doldurarak, parlayan bir ışık olacaktır.

Halkımın yiğit evladı, kahraman lideri, mücadelen bir ışık olarak irademizde bizlere yol gösterecektir. Sen İmparatoriçemiz Zennubiya’nın torunusun, güç uygarlıklarına uygarlığın gücüyle diz çökerten bir kahramansın. Seni hiç unutmayacağız.