BÜLENT ERSOY KADAR ERDEMLİ OLABİLMEK KRAL ÇIPLAKTIR DEYİP SAVAŞA KARŞI TAVIR ALMAK ...

Bu satırların yazarı yeryüzünde Bülent Ersoy için en son yazı yazacak kişidir. Ama şimdi destek yazısını yazmakta geç kaldığını anlayan ilk kişidir. Bir zalim savaş ortamındayız, bir ahlaksız ve pervasız cehennemi halklarımıza reva gören akılların sultası altındayız. Ortak ülkemizin vatandaşları üzerine, dış güçlerden aldığı yardım ve icazetle, top tüfek uçak ve bilcümle ölüm kusan aparatlarla, üstelik sınır ötesi operasyon düzenleyecek kadar vasıfsız bir kinle savaş yürüten bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız. Düne kadar birbiriyle çıkar çatışması içinde olan AKP ve ORDU ırkçılık, milliyetçilik, ulusalcılık adı altında kendi vatandaşları olan Kürtlere ölümü, yıkım ve kıyımı reva görmektedirler. Bunu da emir komuta zincirinin beyinsiz yaptırımlarına ve korkutmalarına bel bağlayarak, zorunlu askerlik yasasının emirleri altına yığdığı gençleri ölüme sürmektedirler. Kardeşi kardeşe katletmeye mahkum edilmektedir. Buna dur diyenler, terörist ya da terör destekçisi diye kovuşturulmakta işkence, zindan ve bin bir baskıyla susturulmaya çalışılmaktadır. Aydın onuru ve erdemi ise, bu gidişe sessiz kalmakta boynu bükük bir aciz içinde olaylara seyirci ya da şakşakçı olmaktadır. Bilim adamları, sanatçılar, ilericiler birey bazında yüz akıl olacak hiç bir tutum ortaya koyamamaktadırlar. Herkesin boyun eğdiği bir noktada 'ana' bile olmayan ve hiç bir zaman olamayacak olan Bülent Ersoy, halkının duyarlı bir sanatçısı olarak 'Kral çıplaktır' dedi. Ve bunu demesiyle de, yer yerinden oynadı. Kovuşturulmaya başlandı, insani erdemden nasibini alamamış çeyrek aydınlardan da tepki gördü. Ancak bir uyarıydı, bir mesajdı yaptığı. Bu mesaj halkların, Anadolu mozaiğinin yüreğine, beynine sağlam şekilde ulaştı ve yer etti. Kimi zaman haksız da olsa cinsel tercihleri nedeniyle, tiksintiyle yaklaşılan sanatçı Bülent Ersoy, gerçek bir anne, gerçek bir kadın, dik duruşuyla, ortaya attığı çığlıkla gerçek bir halk sever, insan olduğu dosta düşmana aynen beyan görülmüş oldu. Bülent Ersoy; ""Eğer çocuk doğurmuş olsaydım; birileri masa başında 'Sen bunu yapacaksın, o da bunu yapacak' diyecek, ben de doğurduğum çocuğu toprağa vereceğim. Var mı böyle bir şey? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, hiçbir zaman da olamayacağım. Ama insanım; insan olarak onları toprağa vermek... O anaların yüreğinin nasıl alev alev, cayır cayır yandığını ben anlayamam, ama anneler anlar. Bu normal şartlar altında bir savaş değil. Orası yazıyor, herkes de onu oynamak mecburiyetinde kalıyor. Entrika var bunun ucunda, entrikalarla başa çıkamaz...Şehitler ölmez vatan bölünmez’ hep aynı klişe laflar. Hep bunu söylüyoruz zaten. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, cenazeler… Klişeleşmeş laflar…" dedi. Bu cümleler, bir aklın haykırışı olarak, savaş karşıtı bir tutumdur. Siyasi söylemlerin bir özet haykırışı gibidir. Bu haykırış aynı zamanda, bu günün can alıcı sorununa parmak basmaktır. Anaların yanık yüreğinin sesi olmak, başına gelebilecek belalara meydan okuyarak haklı bir söylemin arkasında durmak demektir. Çoğalmasını beklediğimiz ses, gerçek barışın sevgiyle örülmüş ortak yaşamın sesi budur. Ancak bu yürekte sanatçılarımız, aydınlarımız o kadar az ki, bu azlığın verdiği şımarıklıkla pervasızlaşan savaşın karanlık prensleri acımasızca, tarihi kinleri düşmanlıkları ölümü ve lanetleri halklarımızın ruhlarına taşa nakış işler gibi işlemektedir. Bülent Ersoy bu çıkışı yapacak en son kişi sınılırdı. Ancak görüldü ki, duyarlı olmak için, halkının yürekli sesi olmak için gerçek sanatçı olmak yetiyormuş. Bülent Ersoy benim gibi yüz binlerin nezdinde de gerçek bir halk sanatçısı, erdemli bir halk sever insan olarak kendini ortaya koymuş oldu. Bunun bedelinden de hiç korkmadan 'kral çıplaktır' dedi. Kral gerçekten de çıplaktı. Çıplak kralın şaşkınlığı bundandır, saldırıları bundandır, kovuşturma ve ceza sopasıyla susturma gibi beyhude çabaları bundandır. Ersoy tüm analar adına gerekeni söyledi. Bu noktandan geriye dönülecek bir yerde kalmadı. Ersoy'un haykırışı anaların ahını dile getirmek kadar, şer ilkelliğiyle, dayatmaları ve kanlı saldırganlıklarıyla halkların başına siyasi tasallut kuranlara, başımızdan defolun gidin dedi. Bu vatan vatandaşları için vardır, insan olmadan anaların mutluluğu kalıcı olmadan, ne vatan ne de ona ait bir değerin önemi yoktur dedi. Bir gece eğlencesindeki bu çığlığın görkemli doruklarında biz gerçek sanatçının ne kadar anlamlı ve güçlü bir mesajla baskıcıları sarsabileceğine tanık olduk. Sağ olasın Bülent Ersoy. Onur ve erdemden nasibini almış tüm sanatçılar bu analar sizi bekler, Duayen olmak işte tastamam budur; korkusuzca, her tehlikeye göğüs gererek kefaretlere pabuç bırakmadan, halkın sesi, anaların sesi olmaktır. Bir çiçekle bahar geldi imajından kaçınmak, Bülent Ersoy'u bir tutumla bir yere koymak hatasına düşmemek için de iki umudumu dile getirmek istiyorum. Birincisi; Nilüfer Zengin'in bianet'te çıkan makalesinde güzelce dile gelmiştir " Umuyorum ki Bülent Ersoy üzerinde kurulan baskı ve tacizden yılmayacak ve "yanlış bir şey söylediği" hissine kapılarak insan yaşamından ve barıştan yana olmak dışında bir kusuru olmayan sözlerinden caymayacak.. Kaldı ki cayarsa bile, onu anlayacağım ve bir kere kurulmuş o değerli cümlelerin değerinden şüphe etmeyeceğim..." İkincisi; Ersoy'un bu çizgide tutarlı ve kendisiyle çelişmeyecek bu duruşun sonuçlarıyla taçlanmasını umut ediyorum. Bir çiçekle baharın gelmeyeceğini bilerek, Ersoy'dan bu tutumuyla sanatçı camiasına taşıdığı çiçeği, daha çok tutumlarla çiçek bahçesine, gerçek bir bahara dönüştürme kararlılığı göstermesini umud ediyorum...

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ
"politikanın hoyrat biçmi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir" (C.V.Clausewitz)

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

ORDULAR VE ÜLKÜLER Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir. Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır. Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır. İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır. Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir. Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!? Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur. Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır. Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir. Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.

20 Şubat 2008 Çarşamba

Ahmet Kaya Yoldaş 7.ölüm yılı anısına

24 kasım 2007. Mihrac Ural

7. ölüm yıl dönümü anısına Ahmet Kaya Yoldaş bizimlesin


O gerçek dostluğun adıydı, en gerekli zamanda dostunun yanında olmasını bilen bir yiğit devrimciydi. Anısını içimizde dirice, bilincimizde yoğunca taşıyoruz. Neyini anlatayım, yaşayanı daha çok yapacak işleri olanı anlatmak mı gerek? O yaşıyor ve mesajını iletmeye devam ediyor. Mihrac ural

KİMSENİN BİLMEDİĞİ BİR ANI


Derler ki, Picasso Paris'e ilk ayak bastığında tren garında piştovunu çekerek üç el ateş eder ve "Parisss Parisss Parisss duy sesimi, ben geldim işte buradayım" diye bağırmaya başlar. Kimse umurunda değildi ve kimse de o mahşeri kalabalıkta bu haykırışla ilgilenmedi. Picasso, Paris gibi sanat merkezindeki değirmenlerin öğütücü etkinliğine karşı bir meydan okuyuş olarak ortaya bir tavır sergilemişti. Koyduğu bu tavrının hep arkasında da kalmıştı. Sonra ülkesini büyük elçi olarak temsil edecek ve dünyanın önünde saygıyla eğildiği resimlerin ressamı olacaktı. Ben de, Ahmet Kaya yoldaşımın benzer bir haykırışına tanık oldum. Onu sizinle paylaşacağım.1992 Kasım ayının son günleri, Frankfurt’ta buluşuyorduk. Yıllardır kopmuş bir ilişkinin buluşmasıydı; özlemlerle dolu… Şehrin merkezinde dört yol kavşağı ve insan selinin ortasında bir araya gelecektik. Saatler gelip çattığında bir anda birbirimizi karşımızda gördük ve bizi ayıran caddenin trafiğinin korkunç akışına bakmadan, Almanya'da olması asla düşünülmeyecek tarzda yolu keserek hızla birbirimize koştuk! Sarıldık sıkıca, sıvazladık sırtlarımızı etkince… Ahmet aniden geri çekildi. Tedirgin oldum, nedir demeye kalmadan elini beline götürdü, şaşkınlığımı üstümden atamadan silahını çekti. Havaya doğru tuttu ve 14'lüsünün şarjörünü boşaltana kadar sıktı. Dehşete düşmüştük. Çevreden bize ne oluyoruz diye bakanlar az değildi. "İşte biz buradayız. Dünya alem sesimizi duysun biz buradayız direnmeye de devam edeceğiz" diye coşkuyla bağırdı. Aniden gerginliğim kayboldu. Picasso’yu hatırladım, Ahmet devrimciliğini, yoldaşlığını ve direncini haykırıyordu; tıpkı Picasso gibi. Bu anımın ayrıntılarını, “Taşralı bir militanın devrimci yaşam seremonisi” nde anlatacağım. 16 Kasım 2007. Mihrac Ural.

HER ZAMAN BİZİMLESİN


Yoldaş Bünyamin Doğan, Yoldaş Mahrac Ural, Yoldaş Ahmet Kaya, Yoldaş Kemal Bayram

AHMET KAYA GERÇEKLERİN SÖZCÜSÜ

Ahmet Kaya yoldaşın acı ölüm haberi üzerine yayınlanan bildirimizi ölümünün 7. yılında tekrar yayınlıyoruz.

*******************


GERÇEKLERİN SÖZCÜSÜ

Kral çıplaktır” diyerek sanatı yücelten
onurlu insan Ahmet Kaya yoldaş

yüreklerimizde yaşamaya devam edecektir.


Türkiye halkları adına, Kürt’ün, Türk’ün, Arapların kardeşliği adına, son çeyrek asrın demokrasi-özgürlük ve hukuk mücadelesinde, gerici devlet mekanizmasının insanlık dışı baskıları ve dayanılmaz ağırlığı altında yorgun düşüp ezilenlere ve ezenlere rağmen, yeniden uyanışın sesi, büyük insan, onurlu devrimci Ahmet Kaya yoldaşın ölüm haberi; halklarımızı olduğu kadar beni ve benim gibi düşünen tüm yoldaşları derinden sarstı. Anlatılması güç acı ve düşünce dolu duygular içindeyiz.

Gerçek bir dost örneği olarak, tüm dostların zor günlerinde, özverinin en onurlu örnekleriyle omuz veren, yiğitçe yanında duran, gerçeklerin gür sesi Ahmet Kaya yoldaşın ölümü, Türkiye’nin tüm onurlu insanlarının bir kaybıdır. Bu kayıp, klasikleşen renkleriyle, sanatı yücelten özgür sesler camiasının onarılması güç bir kaybıdır. Bu kayıp, tüm boyutlarıyla genel ölçekte Türkiye insanının kaybıdır.

Özel ölçekte ise, bir dost ve yoldaş olarak bu kayıp benim kaybımdır. Üç gün önce ağır bir süreçten çıkışımda, beni ilk arayan, benimle dayanışmasını belirterek, on yılların yoldaşlığına verdiği değeri her zaman olduğu gibi tazeleyip yücelten Ahmet Kaya yoldaş, ölümüyle şahıs olarak benim açımdan inanılmaz bir acıya kaynaklık etti. Yıllar önceki bir hadisede, kendisine söylediğim “şu gördüğün toplulukta bir sen, bir ben kalırız yolumuza devam eden” sözlerini hatırlarken, böylesi bir dostun benim için ne kadar özel olduğunu düşünüyor ve bunun acısını yaşıyorum.

O, sanatı yücelten bir sanatçıydı. Sanat, “Kral çıplaktır” deme onuru ve yiğitliğiyle onun dilinde yüceldi. Bunun bedelini zindanlarda, mahkemelerde, sürgünlerde ödeme pahasına, bir kez değil, bin kez “Kral çıplaktır” diyerek, gerçeği topluma açıklayıp insanlığının gerektirdiği toplumsal sorumluluğu yerine getirdi. O, hepimizin bir kaybıdır, zulme karşı isyan seslerimizden en önemlisinin kaybıdır.

Lanet olsun sana ölüm diyorum. Bize, işkenceleriyle, zindanlarıyla zorbaca baskı yapanlara, sürgünlerde ölmeye mecbur edenlere lanet olsun diyorum. Nazım Hikmet’ten Yılmaz Güney’e uzanan ve bu son halkada Ahmet Kaya’ya ulaşan sürgünde ölüm dayatmasına neden olanlara bir kez daha, bin kez daha lanet olsun diyorum.

Gülten Yoldaş, Ahmet Kaya ailesi adına öncelikle sana sabır diliyor, acını paylaşıyor taziyelerimi iletiyorum. Bu kara günde, tüm yiğit devrimci sanatçı camiasına, demokrasi ve özgürlük mücadelesi uğruna dövüşenlere başımız sağ olsun, davamız sağ olsun diyorum.

16 Kasım 2000

Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi
Genel Sekreteri
Mihrac Ural

TÜRK-KÜRT KARDEŞLİĞİ KOCAMAN BİR YALANDIR

10 ŞUBAT 1999 ÖDÜL TÖRENİNDE OLANLAR VE BİLDİRİMİZ !..

Mihrac Ural


Ahmet Kaya magazin dergilerinin dağıttığı ödülü alırken, “Türk-Kürt kardeşliği, ülkenin bölünmezliği ve Kürt realitesinin artık hazmedilmesi gerektiği” yönünde görüş beyan ederek, çektiği “Kürtçe klibin yürekli televizyoncular tarafından yayınlanacağını bildiğini, bu konuda korkaklık gösterenlere karşı halkın ne yapacağını da bildiğini” açıklayarak ödülünü alıp yerine oturdu. Ve ardından bir kıyamet koptu. Bir izleyici olarak bundan sonra olan gelişmeler, 25 yıllık siyasi yaşantımın en dehşet verici anlarını oluşturdu. Bu devlet altında birlikte yaşanmayacağı üzerine yazdıklarımın yaşanmaya az zaman kaldığını gördüm. İnsani onur taşıyan herkesi ürkütecek olan bu saldırganlık, sanatçı olarak toplumun en ileri kesimlerini temsil ettikleri sanılan bir dizi insanın, en çirkin türden militan ırkçı yüzleriyle ortaya çıktığı görüldü. Ahmet Kaya’yı kardeşlikten bahsetmesi nedeniyle yuhaladılar, üstüne yürüdüler. Çatal, bıçak, çanak attılar.

Ahmet Kaya’yı yakından tanırım; yoldaşımdır, dostumdur. Ekstrem yanları çoktur ve bu rengiyle, güzel bir insan, içsel dokusu samimi, gerçek bir demokrattır. Kürt’tür, ancak hiçbir zaman bu ırki yanını öne çıkarttığına tanık olmadım. Kürt ulusu, tarihin en çok acı çeken çağdaş ulus olmasına karşın, bir nebze ayrılıkçı eğilimine rastlamadım. Siyasal süreçte yerini aldığı devrimci safların Kürt orijinli siyasal hareketler olmaması da, buna en büyük kanıttır. Bu yiğit insan, herkesin köşe bucak kaçtığı, kaypaklık yaptığı bir dönemde, sazıyla sözüyle, devrimci hareketin üzerine örtülen ölü topraklarını silkelemiştir. 12 Eylül karanlığı öncesi ayakta kalan bir direnme odağı kaldıysa, bunun kendini ortaya koymada bir manivela olmuştur. Buna rağmen, en keskin tutumlara, en uç söylemlere, en çok zemin olduğu bir kesitte ve bundan her türden büyük çıkarların sağlanacağı bir zaman diliminde, en mutedil demokrat olmasını bilmiş, müziğinin özgün renkleriyle, orijinalitesini oluşturmuştur. Buradan da, Türkiye müzik tarihinin hayallerini zorlayan kaset satış rakamlarıyla halkların günlünde yer edinmiştir. Ödül töreninde söyledikleri ise, Demirel’in sık sık tekrar ettiği birkaç kelimeden ibaret olan “Kürt realitesini tanıyorum” un, algılanmasından ibarettir. Miting meydanlarında, açık açık “Kürtlerle federasyon” sorunlarını tartışanlar yanında, Ahmet kaya’nın söyledikleri bir hiçtir.

Ancak bu Hiç oldukça farklıdır. Evet, Ahmet Kaya’nın Hiç’i, gerçekçi bir söylem olduğundan, Demirel dahil, siyaset tacirlerinin sahtekarca, ikiyüzlüce ve aldatmaca için söyledikleri bir ton Kürtçü propagandadan daha çok fırtına koparmıştır. İşte dürüst söylemle sahtekar söylemin ağırlığı ve farkı da buradadır; Ahmet Kaya’yı, Ahmet Kaya yapan da bu orijinalitedir. Bu vesileyle, ortak değer ve kanaatlerin yoldaşlığını buradan bir kez daha selamlamayı görev sayıyorum.

Ahmet Kaya’nın dile getirdikleri, kocaman bir gerçeğin özce dile getirilmesinden ibarettir. Tarihin tüm deneylerinde görülen ve herkesin gelip buluşacağı bir yol gibidir bu özlü cümleler. Bu söyleme sanatçıların, toplumun en aydın, en ileri insanların göstereceği tepki, yerine yeterince getirilmemiş görevlerin burukluğunu dışa vurma anlamında olabilir. Zira Türk ve Kürt halkı sanatçılarından kardeşlik için çok az katkı görmüştür. Ahmet Kaya’ya gösterilen tepki ve kendini oldukça fazla demokrat görenlerin içine gömüldükleri korkakça sessizlik, bizi bir kez daha Türk-Kürt kardeşliğinin ne ölçüde sahte bir söylem olduğunu, ne ölçüde tek taraflı bir inanç olduğunu gösterdi. Bu, toplumu yönlendirenlerin Türk-Kürt kardeşliğini kendi çevrelerine hangi aldatmacalarla dile getirdiklerini gösterdi. Sanatçı maskesi giymiş militan ırkçı faşistlerin tepkisi, Türkiye’de Kürtlere, kardeşliğin bile fazla görüldüğünü göstermektedir. Kürtlere karşı on yıllardır işlenen her türden vahşetle birlikte, İtalya krizinde, şaşkın militanlarını Kürt avı için sokaklara dökerek yaratılan dehşeti de eklemek gerek.

Ahmet Kaya’ya gösterilen tepki, sıradan Faşist parti ve onun sokak lümpenleri ülkücü mafya güruhundan gelmiş olsaydı, bunun anlaşılır bir tarafı olacaktı. Ortaya konan tepkinin anlaşılmaz yanı, sanatçılık adına böylesi bir mekanda bu eğilimlerin olmasından kaynaklanmaktadır. Emperyalist sömürgeci ülke yönetimlerini, insan hakları, demokrasi, özgürlük çizgisine çekmenin onurlu bayrağı sanatçıların elinde yükselmiştir. Kendi uluslarının ırkçılarına karşı toplu direnmeyi ilk olarak sanatçılar yapmıştır. Devletin ezdiği, bağımsızlıklarını kanla bastırdığı ezilen ulusların özgürlük arayışında ilk destek ve katkı sanatçılardan gelmiştir. Ancak Türkiye’de sanatçılar tam ters tarafta yer alma yarışındalar. Birer faşist militana ait olması gereken davranışları, sanatçı maskesiyle ödül törenlerine taşıyanlar, gerçekte yalnız kendilerini değil, Türk düşünce sisteminde egemen olanların, Kürt-Türk kardeşliğine asla inanmadıklarını açığa vurmaktadır, üstelik de korkakça. Evet korkakça, tıpkı Türk siyaset tacirlerinin yaptığı gibi, meydanlarda Kürt realitesinden söz ederler ama, Milli Güvenlik Kurulu oturumlarında, Kürdün nasıl yok edileceği üzerine ölümcül militarist strateji geliştirirler. “Kürt realitesini tanıyorum” derler ama, bu realitenin hakkı-hukuku bir tarafa, bir kez olsun Kürtçe bir türküyü dahi yayınlamaktan dehşetle kaçınırlar. Bunlar soyut bir kardeşliğin lafını yaparlar, ama somut bir Türk ve Kürt kardeşliğini asla hazmedemezler; çünkü “Kürt diye bir şey yoktur” inancındalar. Her tutumlarında ikircimlikle, her söylemlerinde çifte standartlarla ördükleri akıl sistemine toplumu zorlayanlar, sanatçıyı da onursuz bir ırkçı militan haline dönüştürmektedirler.

Ahmet kaya “ Türk ve Kürt ” kardeştir derken açıkça dile getirdiği basit ifadeye karşı, Orta-Asya’dan gelip, Anadolu’nun en kadim milletlerine ait toprakları gasp ettiklerini unutmuş olarak , bir asker kaçağının ağzından Onuncu Yıl Marşı’nı, bir demagog tarafından da “Bir başkadır benim memleketim” şarkısını cevaben söylediler; yani başkasına ait bir şey yoktur, çünkü başkası yoktur. Türkiye siyasal tablosunda, gerçek demokrat sanatçı ve sanatçı maskeli gerçek ırkçı militan işte böyle yer almış oldu. “... işte böyle burası Türkiye”. Bu gerginlik, bu kiriz politikası, bu kendine ve vatan edinilen topraklara karşı güvensizlik, Türk egemen güçlerinin handikabı olduğu kadar, toplumda yarattıkları kimlik bunalımının da dolaysız bir sonucudur.

Bu satırların yazarı olarak, toprakları Türkiye devleti hükümranlığı altında kalmış 4 milyonu aşkın Arap halkı adına, ilk ve son kez milli duygularının ürküntüyle kaynadığını ve onurumun ısrarla zedelenmek istendiği hissimi yazmadan geçmeyeceğim.

Sağ olasın Ahmet kaya, uzun zamandır senden uzaktım. Televizyondaki programlarda, tartışmalarda “az kitap okuyor, çok gerilemiş” kaygılarımla senden epey soğumuştum. Ama sen az ve öz konuşmayı seviyorsun, hep öyle kal. Kralın çıplak olduğunu bir kez daha, bin kez daha söyle; Türkler-Kürtler kardeştir, Araplar da, Anadolu’nun tüm insanlığı da. Bu memleket bizim, birimizin değil.

11 Şubat 1999

Hiç yorum yok: