BÜLENT ERSOY KADAR ERDEMLİ OLABİLMEK KRAL ÇIPLAKTIR DEYİP SAVAŞA KARŞI TAVIR ALMAK ...

Bu satırların yazarı yeryüzünde Bülent Ersoy için en son yazı yazacak kişidir. Ama şimdi destek yazısını yazmakta geç kaldığını anlayan ilk kişidir. Bir zalim savaş ortamındayız, bir ahlaksız ve pervasız cehennemi halklarımıza reva gören akılların sultası altındayız. Ortak ülkemizin vatandaşları üzerine, dış güçlerden aldığı yardım ve icazetle, top tüfek uçak ve bilcümle ölüm kusan aparatlarla, üstelik sınır ötesi operasyon düzenleyecek kadar vasıfsız bir kinle savaş yürüten bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız. Düne kadar birbiriyle çıkar çatışması içinde olan AKP ve ORDU ırkçılık, milliyetçilik, ulusalcılık adı altında kendi vatandaşları olan Kürtlere ölümü, yıkım ve kıyımı reva görmektedirler. Bunu da emir komuta zincirinin beyinsiz yaptırımlarına ve korkutmalarına bel bağlayarak, zorunlu askerlik yasasının emirleri altına yığdığı gençleri ölüme sürmektedirler. Kardeşi kardeşe katletmeye mahkum edilmektedir. Buna dur diyenler, terörist ya da terör destekçisi diye kovuşturulmakta işkence, zindan ve bin bir baskıyla susturulmaya çalışılmaktadır. Aydın onuru ve erdemi ise, bu gidişe sessiz kalmakta boynu bükük bir aciz içinde olaylara seyirci ya da şakşakçı olmaktadır. Bilim adamları, sanatçılar, ilericiler birey bazında yüz akıl olacak hiç bir tutum ortaya koyamamaktadırlar. Herkesin boyun eğdiği bir noktada 'ana' bile olmayan ve hiç bir zaman olamayacak olan Bülent Ersoy, halkının duyarlı bir sanatçısı olarak 'Kral çıplaktır' dedi. Ve bunu demesiyle de, yer yerinden oynadı. Kovuşturulmaya başlandı, insani erdemden nasibini alamamış çeyrek aydınlardan da tepki gördü. Ancak bir uyarıydı, bir mesajdı yaptığı. Bu mesaj halkların, Anadolu mozaiğinin yüreğine, beynine sağlam şekilde ulaştı ve yer etti. Kimi zaman haksız da olsa cinsel tercihleri nedeniyle, tiksintiyle yaklaşılan sanatçı Bülent Ersoy, gerçek bir anne, gerçek bir kadın, dik duruşuyla, ortaya attığı çığlıkla gerçek bir halk sever, insan olduğu dosta düşmana aynen beyan görülmüş oldu. Bülent Ersoy; ""Eğer çocuk doğurmuş olsaydım; birileri masa başında 'Sen bunu yapacaksın, o da bunu yapacak' diyecek, ben de doğurduğum çocuğu toprağa vereceğim. Var mı böyle bir şey? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, hiçbir zaman da olamayacağım. Ama insanım; insan olarak onları toprağa vermek... O anaların yüreğinin nasıl alev alev, cayır cayır yandığını ben anlayamam, ama anneler anlar. Bu normal şartlar altında bir savaş değil. Orası yazıyor, herkes de onu oynamak mecburiyetinde kalıyor. Entrika var bunun ucunda, entrikalarla başa çıkamaz...Şehitler ölmez vatan bölünmez’ hep aynı klişe laflar. Hep bunu söylüyoruz zaten. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, cenazeler… Klişeleşmeş laflar…" dedi. Bu cümleler, bir aklın haykırışı olarak, savaş karşıtı bir tutumdur. Siyasi söylemlerin bir özet haykırışı gibidir. Bu haykırış aynı zamanda, bu günün can alıcı sorununa parmak basmaktır. Anaların yanık yüreğinin sesi olmak, başına gelebilecek belalara meydan okuyarak haklı bir söylemin arkasında durmak demektir. Çoğalmasını beklediğimiz ses, gerçek barışın sevgiyle örülmüş ortak yaşamın sesi budur. Ancak bu yürekte sanatçılarımız, aydınlarımız o kadar az ki, bu azlığın verdiği şımarıklıkla pervasızlaşan savaşın karanlık prensleri acımasızca, tarihi kinleri düşmanlıkları ölümü ve lanetleri halklarımızın ruhlarına taşa nakış işler gibi işlemektedir. Bülent Ersoy bu çıkışı yapacak en son kişi sınılırdı. Ancak görüldü ki, duyarlı olmak için, halkının yürekli sesi olmak için gerçek sanatçı olmak yetiyormuş. Bülent Ersoy benim gibi yüz binlerin nezdinde de gerçek bir halk sanatçısı, erdemli bir halk sever insan olarak kendini ortaya koymuş oldu. Bunun bedelinden de hiç korkmadan 'kral çıplaktır' dedi. Kral gerçekten de çıplaktı. Çıplak kralın şaşkınlığı bundandır, saldırıları bundandır, kovuşturma ve ceza sopasıyla susturma gibi beyhude çabaları bundandır. Ersoy tüm analar adına gerekeni söyledi. Bu noktandan geriye dönülecek bir yerde kalmadı. Ersoy'un haykırışı anaların ahını dile getirmek kadar, şer ilkelliğiyle, dayatmaları ve kanlı saldırganlıklarıyla halkların başına siyasi tasallut kuranlara, başımızdan defolun gidin dedi. Bu vatan vatandaşları için vardır, insan olmadan anaların mutluluğu kalıcı olmadan, ne vatan ne de ona ait bir değerin önemi yoktur dedi. Bir gece eğlencesindeki bu çığlığın görkemli doruklarında biz gerçek sanatçının ne kadar anlamlı ve güçlü bir mesajla baskıcıları sarsabileceğine tanık olduk. Sağ olasın Bülent Ersoy. Onur ve erdemden nasibini almış tüm sanatçılar bu analar sizi bekler, Duayen olmak işte tastamam budur; korkusuzca, her tehlikeye göğüs gererek kefaretlere pabuç bırakmadan, halkın sesi, anaların sesi olmaktır. Bir çiçekle bahar geldi imajından kaçınmak, Bülent Ersoy'u bir tutumla bir yere koymak hatasına düşmemek için de iki umudumu dile getirmek istiyorum. Birincisi; Nilüfer Zengin'in bianet'te çıkan makalesinde güzelce dile gelmiştir " Umuyorum ki Bülent Ersoy üzerinde kurulan baskı ve tacizden yılmayacak ve "yanlış bir şey söylediği" hissine kapılarak insan yaşamından ve barıştan yana olmak dışında bir kusuru olmayan sözlerinden caymayacak.. Kaldı ki cayarsa bile, onu anlayacağım ve bir kere kurulmuş o değerli cümlelerin değerinden şüphe etmeyeceğim..." İkincisi; Ersoy'un bu çizgide tutarlı ve kendisiyle çelişmeyecek bu duruşun sonuçlarıyla taçlanmasını umut ediyorum. Bir çiçekle baharın gelmeyeceğini bilerek, Ersoy'dan bu tutumuyla sanatçı camiasına taşıdığı çiçeği, daha çok tutumlarla çiçek bahçesine, gerçek bir bahara dönüştürme kararlılığı göstermesini umud ediyorum...

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ
"politikanın hoyrat biçmi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir" (C.V.Clausewitz)

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

ORDULAR VE ÜLKÜLER Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir. Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır. Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır. İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır. Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir. Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!? Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur. Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır. Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir. Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.

20 Şubat 2008 Çarşamba

HABBAŞ ANMA-II.KONGREYE EŞİT MİLİTANLAR OLARAK GİRECEĞİZ

26 Ocak 2008

FİLİSTİN HALKININ GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK DEVRİMCİ LİDERİ ARAMIZDAN AYRILDI


Dr. GEORGES HABBAŞ (Filistin, Lid 1925 - 2008 Ürdün, Amman). Filstin Halk kurtuluş Cephesi (FHKC) lideri,dünya devrimci mücadelesinin en önemli direniş figürü, Filistin halkının Hekim'i, aydını ve haklarının yılmaz savaşçısı, kalplerimizde ölümsüz yaşayacaksın. Yaşasın Filistin halkının kurtuluş mücadelesi.

يا حكيم لن ننساك أبداً


الزعيم الكبير اللأسطوري الخالد د.جورج حبش نحن ثوار لوء اسكندرون لن ننساك

EFSANEVİ DEVRİMCİ LİDER Dr. GEORGE HABBAŞ ANISINA

Mihrac Ural

26 Ocak 2008

Filistin halkının tarihi; bir hak arama, bir devrim tarihidir. Engebeli sarp ve dolambaçlı bir tarih… Bu tarih, zor koşullarına uygun liderlerin de tarihidir. Zorluklara boyun eğemeyen efsanevi bir halkın yoğun desteğiyle beslenen örgütlerin, direnişlerin intifadaların da tarihidir. En güç koşullarda bir kez daha kendini küllerinden yaratmanın, kıstırıldığı, ölüme terk edildiği sanıldığı bir anda, birkaç gün önce Gazze halkının yaratıcı ayaklanmasıyla sınır çitlerini, duvarlarını, kulübelerini yıkarak yaşama pencere açmanın tarihidir. Bu tarih yeryüzünün tüm tasallut ve ceberut güçlerinin hışmına, haksızlığına, zorbalığı ve askeri aparatlarla kustuğu ölümlerine karşı var olma tarihidir; dünya kamuoyu gözleri önünde, Birleşmiş Milletler Güvenlik Meclisi’nin adil olmayan yaklaşımının karanlık izleri altında, en doğal yaşam hakkı gasp edilirken yazılmaktadır.

Bu tarih, insanlık bilincine katılan “hak arayışı uğruna kararlı mücadele”nin de tarihidir. İntifada kavramını, insanlık entelektüel siyasal jargonuna katan bu halkın dinamikleri içinde büyüyen bir yıldız da Dr. George Habbaş olmuştur. Filistin devriminin gelişim aşamalarının tüm önemli dönemeçlerinde Habbaş’ın etkin izleri, yönlendirici konumu, kararlılık simgesi olarak yükselişine tanıklık yapılmıştır.

II. Dünya Savaşı sonrası yükselen ulusal kurtuluş hareketlerinin günümüze kadar uzanan direnme süreçlerinde bir başyapıt olarak Dr. George Habbaş, lider olarak sadece Filistin halkı açısından değil dünya devrimci hareketi açısından da haklı bir yer kazanmıştır. Marksist-Leninist’tir. Bu medresenin derin entelektüel birikimleriyle Arap ulusunun yetiştirdiği en büyük liderlerden biridir. Etkisi ve geniş yelpazede oynadığı rollerle, yazdıklarıyla, tezleriyle geliştirdiği siyasal duruşuyla dostlarının olduğu kadar düşmanlarının da dikkate aldığı büyük bir efsanevi liderdi. Bölgemize musallat olan emperyalistlerin ve onların maşası Siyonist İsrail’in yayılmacılığına karşı kararlı bir direniş önderiydi. Onlarca kez büyük komplolarla suikastlara uğramış; ama o bir halk lideri olarak, halkı tarafından kucaklar içinde korunmuştur. 1992’ de tedavi amacıyla gittiği Paris’te tutuklanması üzerine, yalnızca Filistin halkının değil, tüm duyarlı halkların ve devrimci güçlerin gösterdiği tepki karşısında da serbest bırakılmak zorunda kalınmıştır. Kısa zamanda özgürlükle sonuçlanan bu olay, Dr. George Habbaş’ın bir lider olarak dünyadaki konumu için önemli bir göstergeydi.

Dr. George Habbaş Filistin Halk Kurtuluş Cephesi’nin (FHKC) genel sekreteriydi, lideriydi. 1967’deki kuruluşunda, 2000 yılına kadar genel sekreterliğini yaptığı bu en kararlı Filistin örgütünde, kalplerde ölümsüz lider olarak kendi kararıyla genç kuşaklara yer açmak üzere görevini devretmiştir. Son dönemlerde temel ilgi konusu, Arap kurtuluş mücadelesi, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi mücadele tarihi ve kendisinin mücadele süreci üzerinde teorik çalışmaları üzerinde yoğunlaşmaydı.

Bu süreçte, Filistin halkı kurtuluş mücadelesini yozlaştırmak isteyenlerin, İsrail’le “uyumlaşma” gibi teslimiyetçiliğe götürmek isteyen yaklaşımlara karşı, amansız bir mücadele yükselterek, dik duruşuyla on milyonlarca Arap devrimci gençliğinin sembolü olmuştur. Halkı tarafından “Hekim” lakabıyla ödüllendirilmiş ender liderlerdendir. Uzman doktordur; ama o, halkının hekimiydi. Hekim Arapçada doktor olduğu kadar filozof anlamına da gelen, insanlıkla ilgili tüm sorunlara çözüm bulan yüce, saygın ve derin bilgili kişilere verilen bir sıfattı. Habbaş, halkının kurtuluşu için gösterdiği kararlı mücadelede bu unvanı fazlasıyla hak etmiştir.

Bu satırların yazarı, Hekim’i Beyrut’ta Filistin Halk Kurtuluş Cephesi bürosunda tanımıştır. İzniyle Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi (Acilciler) örgütünün, eğitim imkanlarından yararlanmasını istemiş, onayını almıştır. Örgütümüzün tarihi içinde FHKC ile ilişkilerimiz, Yeşilköy hava alanında, İsrail hava yollarına ve oradaki Siyonist casuslara karşı giriştikleri eylemden dolayı (11 Ağustos 1976), tutuklu bulunan militanları Muhammed Reşid ve Mehdi Muhammed’in Sağmalcılar Cezaevi’nden özgürlüğe kavuşturulması ve sağ salim örgütüne ulaştırılmasıyla başlayan çok eski ve derin bir bağ vardır. Bu bağ; zorba, solcu geçinen faşist sürüsünün katlettiği Nebil Rahoma yoldaşımızın, iki kez İsrail Siyonistlerine karşı Filistin Halk Kurtuluş Cephesi saflarında, işgal altındaki Filistin topraklarında başarıyla giriştiği eylemlerde yer almaktadır. O dönem dış ilişkiler bürosunun başında olan FHKC temsilcisi Hani yoldaşın deyimiyle: “Sizi ve örgütünüzü Nebil yoldaşınızın kahramanlık dolu yiğitlikleriyle tanıdık, kardeş ve yoldaş örgüt olduk. Nebil çok riskli bir eylemi başarıyla yerine getirmekle yetinmedi, yaralı yoldaşını esir olmaktan kurtarmak üzerede sırtında taşıyıp güvenli bir alana kadar getirdi.” Aynı bilgiyi, örgütümüzün Lübnan sorumlusu Levent sultan yoldaşa, FHKC Merkez komitesi üyesi Fuat Remzi tarafından da, aktarılarak, iki örgüt arasındaki derin bağ vurgulanmıştır. Bu dostluk on yıllar süreci içinde büyük dayanışmalarla sürdü. Örgütümüz, 1982 Beyrut Kuşatması’nda İsrail işgaline karşı aynı barikatlarda, Hekim’in fiili liderliği altındaki FHKC saflarında direndi. Bu satırların yazarı, İsrail ajanlarının FHKC bürosunun altında bulanan ve militanların yoğun bulunduğu kafeteryaya konulan büyük bir bombanın patlamasından, inanılmaz bir şekilde kurtulmuştur. Filistin halkının haklı davası uğruna verdiğimiz şehitlerle kanlarımız birbirine karışmıştır. Bizi Filistin davasına bağlayan doğrularımız yanı sıra, en önemli figürlerin başında Hekim George Habbaş ve onun liderliği altındaki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi olmuştur.

Bizden önce, Deniz Gezmiş ve yoldaşlarının da dayanışma odağı olan George Habbaş liderliğindeki FHKC, ülkemizde devrimci siyasetin nasıl bir miras tutarlılığı ile sürdürülüşüne önemli bir alan olmuştur

Bugün Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, çok emin ellerde, Hekim’in manevi liderliği, geride bıraktığı büyük devrimci miras ve siyasal literatürüyle mücadelesine devam etmektedir. Bu gün aynı tutarlılıkla örgütümüz de, Filistin halkının haklı davasıyla doğrularımızın belirlediği yönde, şehitlerimizin anısı ve halklarımızın ortak çıkarları etrafında oluşan dayanışmamız yükselerek devam etmektedir.

Filistin Halkının haklı davasının efsanevi lideri Dr. George Habbaş, seni unutmaacağız.

ŞEHİTLER ONURUMUZ VE GURURUMUZDUR !..

KURUCU ŞEHİT LİDERLERİMİZ YOLUMUZU AYDINLATIYOR

TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ-CEPHESİ ( Acilciler)

ÖNCÜ TUTUMLARIN ÖZGÜN ÖRGÜTÜ


THKP-C (Acilciler) Genel sekreteri Mihrac Ural

26 Ocak 1976 tarihi kurucu liderlerin şehit olma tarihi olarak, örgütümüzün siyasal mücadeleye atılımının da resmi tarihidir. Örgütümüzün ciddi bir kurumsal yapısı olmasa da temel siyasi donanımları ve özgün eylem anlayışıyla ülke siyasi arenasına adım attığı gün bu gündür.Bu günü daha da anlamlı kılan, 12 Mart 1970 Askeri Faşist Darbesi’nin devrimci harekete karşı yönelttiği ağır kıyım ve yıkımın külleri altından baş kaldırma çabasının da ilk kıvılcımı olmasıdır.

Türkiye devrimci hareketi 12 Mart Darbesi sonrası dönemin ağır baskıları altından çıkma çabasını, ilk kez örgütümüzün kurucu liderlerinin şehit olmasıyla gösterdi. Bu bir tarihi dönemeçti. Bu günün kuşakları bu ayrıntılardan kısmen uzak da olsalar, gerçek tastamam budur.

60’lı yılların birikimleriyle yoğunlaşan siyasal-sosyal ve ekonomik taleplerin, 12 Mart Askeri Faşist Darbesi’yle kırılışına karşı, devrimci
hareketin ilk adımı örgütümüzün girişimiyle böylece atılmış oldu.Ülkemiz demokrasi mücadelesinin güçlü tırmanışını temsil eden 74-80 kesiti bu tarihle birlikte ivme kazandı. Bu bir “öncülük” olayı idi. Her şey değil kıvılcımdı; var olan, uzun yılların içinde birikmiş olan ancak ağır bir darbeyle bertaraf edilen dinamiklerin kendine gelmesini, özgünlükleriyle, farklılıklarıyla toparlanıp yeniden siyasal mücadeleye asılmalarının başlangıcıydı.

Devrimci güçlerin birbirinden bağımsız da olsa süren hazırlıklarının bir yerde böylesi bir kıvılcımla yeniden atağa geçmesi, 26 Ocak 1976 Malatya Beylerderesi’ndeki hadiseyle gündeme gelmiştir.Malatya Beylerderesi’nde devletin güvenlik güçleriyle girilen çatışmada, kurucu liderlerimiz İlker Akman, Hasan Basri Temizalp, Yusuf Ziya Güneş’in şehit olması, 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi’ne kadar sürecek olan yakın tarihimizin en yoğun siyasal dönemi diyebileceğimiz dönemin başlama işareti oldu. Örgütümüz bu ilk kıvılcımdan itibaren dönemin özgünlüğüne uygun öncü bir örgüt olmayı sürdürmüştür. Bunu kendi iç evrimini yaşarken de yapmaktan geri kalmamıştır.

Mahir Çayan önderliğinde başlayan THKP-C sürecinin yeni açılımlarla evrimleşmesi örgütümüzün geliştirdiği tezlerle gerçekleşti. Geçmişini hataları ve sevaplarıyla içselleştirerek siyasal evrimini ilerletti. Türkiye’nin en yoğun siyasal döneminde (74-80), illegal bir silahlı mücadele örgütünün, silahlı mücadele anlayışına siyasal bir tarz verme kararlılığını, silahlı eylemi siyasal mücadelenin herhangi bir aracı düzlemine geri çekme başarısını, örgütümüz yerine getirmişti. Bunu açık siyasal yazınsal eleştiri ve tartışmalarıyla yapmıştır. Bunun anlam ve önemini bu günün değişimleri içinde kavramak, o gün yapılan bu çabaların değeri açısından büyük önem taşımaktadır:
Bu süreçte, dünya devrimci hareketini ağır bir kuşatmayla sarmalayan Çin tipi devrim(klasik halk savaşı) ya da Latin Amerika tipi mücadele(öncü savaşı) ve toplumsal çözümlemeler, örgütümüzün öncü girişimiyle yerli yerine oturtulmuştur. Ülkemizin objektif verilerini ithal bir devrim anlayışına uydurma çabalarını ise ortaya koyduğu çözümlemeler ve eleştirilerle aşmıştır; bunu kendi bünyesi içinde yapan ilk örgütür de.

Bu atılımlarla örgütümüz, kararsızlıklarıyla yüz binleri arkasından yürüten örgütlerden çok daha sağlamca yere bastığını 12 Eylül 1980 Askeri Faşist Darbesi gelip çattığında dosta düşmana göstermiştir. Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi (FKBDC) kurucu üyesi olarak 1982 Haziran’ında yükselen çalışmalarda, yalnızca PKK ile örgütümüz THKP-C (Acilciler) eylemlerine militanlarıyla devam edebilecek tek güç olduğunu göstererek, bu gerçeği bir kez daha ortaya koymuştur. 80-90 yıllarındaki faşizme karşı direniş mücadelesinde ülkemiz siyasal arenasında kendini hissettiren bu iki güç dışında hiç bir örgüt yoktu.Bu ve benzeri süreçlere her zaman öncü bir kıvılcım olan örgütümüz, devrimci hareketin ciddi boyuttu marjinalleştiği bu günde aynı rolü oynama dinamiklerini korumuştur. Sol güçlerin derin bir milliyetçi bataklığa sürüklenişine karşı, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin bu günün verilerinde aldığı yönelimi ikircimsizce belirlemekle geleneksel tutumunu tekrar ortaya koymuştur. Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan tarihsel baskı sisteminin kırılışıyla ortaya çıkan siyasal tablonun özelliklerini çözümleyip, devrimci hareketin önündeki yükümlülükleri belirlemiştir.Bu gün “mücadelemizin temelinde özgürlük ve demokrasi vardır” geleneksel bir söylem gibi gelen bu tezin açılımında, siyaseti dar sınıf mücadelesi kapsamında algılayıp milliyetçiliğe kadar yuvarlanan soldan ve özgürlük mücadelesini tek boyutlu hale getirip ülkemizin mozaiği gerçeğinden farklıları dışlayan yaklaşımlardan bir kopuşu dile getirmiştir. Bu bir yol ayrımıydı. Örgütümüz bunu da korkusuzca dile getirmiştir.

Ülkemizin zengin farklılıklarını özgürlük ve demokrasi mücadelesine katma girişimi bu yaklaşımın temelinde yatan en önemli espri olarak belirlemiştir.

Ortak ülkemizin eşitleri olarak özgürlük arayışına girişen her demokrasi hareketinin ülkemizin barışı için bir gereklilik olduğu gerçeği siyasal bir program olarak bu adımla gündeme gelmiştir. Devrimci hareket kendi içinde demokratik olmadan, ortak ülkemizin siyasal demokrasiye kavuşmasının mümkün olmayacağı gerçeği vurgulanmıştır. Bu yaklaşımın dışında kalıp solculuk yapmak ise milliyetçilik ve bölücülüktür diyen ilk örgüt, örgütümüz olmuştur.

İşte bu anlayışla dünü bu güne bağladık. Dünü onurla bu günde bu anlamda sürdürdük ve sahiplendik. Bunun için de, dün olduğu gibi bu günde, büyük bir onur ve gururla geçmişimize sahip çıkıyor, kurucu şehit liderlerimizin anısı yolumuzu aydınlatıyor diyoruz.


II. KONGREYE EŞİT MİLİTANLAR OLARAK GİRECEĞİZ


Kongre delegeleriyle eşit hak ve sorumluluklarda, bir militan olarak II. kongremin alacağı kararların emrinde özgürlük ve demkorasi mücadelesine devam edeceğim.

TARİHİMİZLE YÜZLEŞECEĞİZ

Mihrac Ural


24 Ocak 2008


Özgün varlığıyla bir döneme damga vuran örgütümüz, hatalarıyla sevaplarıyla siyasal tutumlardaki dik duruşuyla özgürlük ve demokrasi mücadelesini kararlıca sürdürmektedir. Hangi ölçekler içinde olursa olsun, örgütü; militanları, kadroları ve yöneticileri var eder, kitlelerle birlikte de gerçek anlamıyla bir siyasi örgüte dönüşür. Örgütümüz de, tas tamam bu özellikleriyle var olmuş, halk kitlelerinin gerçekçi istemlerine dayanan siyasal talepleriyle de kararlılığını korumuştur. Bu gün büyük siyasal sistemlerin, devlet ve sınırların değiştiği koşullardan geçerek, bu süreçlerin cefasını atlatarak doğruları arkasında durma ısrarında var olmak sayılarla ölçülecek bir durum değildir.

Örgütümüz sayıların kaygısında siyasal yaşam sürdüren bir örgüt değildi ve hiçbir zaman bu popülist kaygılarla mücadelesini yükseltmedi. Bir dava örgütüydü ve hep öyle kaldı. Davası, hedef kitlesinin haklı talepleridir ve onun varlığının oluşturduğu doğruların arkasında olmayı sürdürme kararlılığıdır. Bu açıdan bakınca örgütümüzde etkin olan kadro birikiminin yapısı, eğilimleri ve bu gün vardıkları sonuçları mantıklı bir şekilde açıklamak güç değildir.

On yıllar içinde olgunlaşan bu emekler bu günkü siyasal eğilimler içine önceden planlanmış bir şey olmasa da, siyasal ortamın karmaşası ve dengelerinde, yeniden yapılanmasında kendini koruyabilmiş bir kararlı kadronun doğal tercihi olarak tecelli etmiştir.

Bu örgüt, dünü, bugünü ve yarını birbirine bağlayan süreçlerde emek verenlerin onurlandırdığı bir duruşa sahip olmasının altında, haklı kitlesel taleplerinin doğrularının merkezinde oturtmuş olması yatar. Bu gün geldiği yerde, Anadolu halklarının özgürlük ve demokrasi mücadelesini temel alan yaklaşım, ortak ülkemizin demokratik taleplerine farklılıkların, eşitler olarak katılmasına olanak yaratmıştır. Bu dinamiklerin katılımı için geliştirilen perspektiflerin temelinde tek boyutlu siyasal programların ülkemiz gerçeğini yansıtmaması vurgusuyla dile gelmiştir. Farklılıkların, ortak ülkemizin siyasal yeniden inşasında etken bir dinamik güç olarak yer alması için, siyasal yapılanlarını tek boyutlu çözüm programlarından çıkması ve her alanın kendi özgülüne uygun program ve yaptırım gücüne kavuşturulması gerektiği tespit edilmiştir. Gerçek demokrasi ve demokratik yaklaşım, özgürlük ve bunun sonuçları ancak bu yolla ikame edilebileceği gerçeğine işaret etmiştir. Örgütümüz siyasal yaklaşımlardaki özgünlüğünü bu adımlara da geleneklerine bağlı olarak ortaya koymuştur.

Bu noktada sayıların örgütlerini tutumların örgütleriyle kıyaslamak daha sağlıklı sonuçlar verecektir. Halkın uğruna dövüşeceği geçekçi taleplerini savunmaksızın, dengesiz ortamların yığdığı hiçbir kalabalık kararlı ve tutarlı olamaz. Amaçsız niceliklerin şişkin örgütleri, yakın tarihimizde bu nedenle esamesi anılmayacak şekilde tarihe gömülmekten kurtulamamıştır.

Bu nedenle örgütümüz tarihiyle siyasal duruşuyla, emek verenleriyle bir bütün olarak algılanır. Bu geçmişimizle bağımızın temel halkasıdır; nerede olursa olsun, iyisiyle kötüsüyle, insan erdemlerine ve devrimci siyasal yönelimlere ihaneti olmamış tüm yoldaşlar bu örgütün dününün var olmasında etkin olan ve emekleri saygı görmesi gerekenler olacaktır.

Bu satırların yazarına gelince, 1978’den bu güne örgütün başındadır ve illegal örgütlerin tipik yapılanmasının sonucu olarak, karar sahibi olması dolayısıyla da tüm hatalarının sorumlusudur. Tüm olumluluklar ise, diğer yönetici ve militanlara aittir. Bu cümleleri birden çok kez değişik yazılarda dile getirmekle de, en azından şahsına ve yönetim dönemine getirilecek her eleştiriye, soruya, diyaloğa açık olduğunu ilan etmiştir. Böylesi kurallı ve düzeyli bir ilişki kalitesi gösteremeyenlerin yargısız infazcı duruşlarına ise söylenecek tek şeyi vardır, o da, “yargısız infazcılar sizlerle yolumu ebede kadar ayırdım” demekten ibarettir.

Bu satırların yazarı, buradan, onur ve gururumuz olan şehitlerin huzurunda, kurallar, kurumlar ve işleyişlerinin hükmü gereği I. kongremizden bu yana seçilmiş bir Genel Sekreter olarak, yargısız infazcıların kalitesiz ve düzeysiz kural ihlallerine dönüp bakmadan, II. kongremizin toplanması, kurum ve kurallarının işlerliğiyle verilecek karara kadar bu örgütün görev ve sorumluluklarını onurla taşımaya devam edeceğini bir kez daha belirtir.

Bu söylemin yeri mi, zamanı mı diye sorulabilir. Yolların bittiği yerde bunu söylemenin anlamı nedir? Bunun tek amacı örgütlü yaşamın kurallı bir yaşam olduğu gerçeğinin bilince çıkarılmasıdır. Geçmişe değil geleceği mesajdır. Diyaloğu bilmeyenlerle hiçbir davanın yürütülemeyeceğini bir kez daha anımsatmaktır. Bu söylemlere ilgisiz olanların bir kez daha ilgisini çekme gibi bir kaygı yoktur olmayacaktır da. Ancak geçmişte olsa, kuralsızlığı kendi özel eğilimlerine malzeme yapanların ayıbını bu güne ve yarına taşıyarak örnekler oluşturmak, yürünecek uzun yolların yoldaşlığı için bir gerekliliktir. Örgüt denilen ağla birbirine bağlanmış insanların, demokrasi mücadelesinde ortak bir gövde olarak hareket etmelerinin, en iyi dağınıklıktan çok daha ileri bir duruş olduğu inancımızla da tutarlı bir yaklaşımdır.

1990’lı yılların Dünya’da büyük siyasi yıkımların etkisi altında örgütsel yapılardan kaçışın bir uzantısı olarak örgütümüzün payına düşen, siyasal olmaktan çok şahsi ve lokal olayları sorgusuzca, diyalog kurmadan, ön yargılarla yıkıcı sonuçlara götürmek olarak tecelli etti. Bu düzeysizliğe karşı direnenler, yine bu örgütün temel kitlesi ve onun kadroları oldu. Bu gün gelinen noktada örgütümüzün nicelik ve niteliğiyle ilgili yorumları yapmadan önce, her kesin bu noktada diyalogsuzluğun nereye varabileceğini sorgulaması gelecek için anlamlı sonuçlara sahiptir. Buna rağmen var olan ölçekleriyle örgütümüzün, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde kararlılığı, ne türden köklü bir siyasal zemin üzerinde yürüdüğüne açık bir göstergedir.

Bu güne büyük bedeller yoğun emeklerle gelindi. 1976’dan bu güne geçen sürede özellikle 1977 Ağustos darbesinden bu yana, siyaseti dar kadroların fildişi kulesinden ibaret sanan işlevsizlerin hazin itirafları ardından gelen ağır darbeden sonra, bu örgüt santim santim yoğun emeklerle inşa edildi. Ülkemizin tüm bölgeleri, şehirleri tek tek dolaşılarak ağır aranma koşullarına inat ekip ekip kurumlaştırıldı. Bu sürecin her anında ve her mekanında sunulan katkı, o günkü yoldaşların özverisi üzerinde yükseldi. Ülkemiz siyasal tarihinin bir kesitinde etkin bir yer alan örgütümüzün, doğruları uğruna, özgün yöntemleriyle yükselttiği her eylemi, siyasal olduğu kadar, insan erdemlerini de dikkate alan bir içerikteydi. Tarihte gelip geçen her örgüt gibi örgütümüzün de hataları çoktur. Ancak insan haklarına yönelik ne bir eylemi ne de bir kararı olmuştur. Bunu anlamak için aynı dönemde farklı örgütlerin dışa ve içe yönelik şiddet politikalarını bilmek yeterli olacaktır.

Örgütümüzde bu eğilim, 78’den itibaren, gerçek halk kitlelerinin ortamından çıkıp gelmiş haliyle örgütü yöneten ana eğilimin yoluydu. İllegal yanı sıra legal faaliyetlerde, yayınlar, sendikal ve derneksel çalışmalar, kitle eylemleri, grevler, miting ve gösteriler bu ekibin emekleriyle ikame edilmiştir. Bu ekibin kadro ve militanları, istisnasız, örgütün tüm alanlarında aktif bir emek yoğun çaba içinde olmuştur. Bu ekip, örgütü istikrara kavuşturmuş, ona yeni bir kimlik kazandırmıştır. Kitlesel algılar bu ekiple ağırlığını ortaya koymuştur. Bu ekibin doğup büyüdüğü yerde, on binler miting alanlarına örgütümüzün bayraklarıyla yürümüş ve hala bu kitle tüm diriliğiyle örgütün izinde olmayı sürdürmüştür.

Bu yönelim, siyasal mücadelesinde insanı konu almıştır. Silahlı mücadeleyi öyle kavramış ve öyle uygulamıştır. Örgütü, karanlık odaların insan katli üzerine kurgulu siyasetlere batmış dar kadrocu öbeklerin tasallutundan kurtarmış, siyasal bir düzey kazandırmıştır. “öncü savaşının askeri sanatı” ile “öncü savaşının politik sanatı” arasındaki tartışma ve HDÖ ile Acilciler ayrılığının ardında tas tamam bu yatmıştır. Gerçek kitlelerin bağrından kopup gelen militanların omuzlarında bu örgüt siyasal bir örgüt olurken, askeri eylemlerini dahi ahilileştirmiştir. Bu sürecin mantıki sonuçlarıyla da bu günkü evrimine ulaşarak, geçmişine sahip çıkmaktan bir adım geri durmaksızın siyasal mücadelesini sürdürmektedir. I. kongresinin karalarına bağlı olarak, kurumsal işleyiş yolunda yürüyüp II. kongresi için tüm hazırlıklarını hızla sürdürmektedir.

1977 Ağustos darbesi devletin örgütümüze karşıyenelttiği bir darbeydi. Buna içteki itirafçının darbesi eklendi. Örgütün ciddi bir kırılma tehlikesi yaşamasına yol açtı. Buna rağmen, 1986 Kasım- Aralık’ta başarıyla tamamlanan I. kongre, bir barış, toparlanma, yaraları sarma, geçmişten ders alma şansını, başka örgütlerde olduğu gibi hata yapana şiddet uygulamakla değil onu yeniden kazanma hedefiyle de bağlandı. Kongremiz yeni bir ruh ve güç katmıştı. Bu sürecin muhasebesi de, hatalarıyla sevaplarıyla II. kongrenin görevleri arasında olacaktır.


Bu amaçla II. kongre üyeleri eşit ler olarak yerlerini alacaklardır. II. Kongrenin açılışıylabirlikte, hiçbir delege diğerinden ne mevki nede etkinlik olarak farklı bir yerde olmayacaktır. Tüm görevler kongreye devredilmiş olarak sonuçları bekleyecektir. II. kongre, Türkiye Halk Kurtuluş Cephesi (Acilciler) örgütüyle ilgili olduğu kadar, tek tek yöneticileri için son kararı verecektir. Kongre kararları karşısında herkes, eşit hak ve yükümlülükler altında bir militan olarak yerini alacaktır.

Kongremiz, örgütsel süreçlerin ayrıntılı dökümünü belgelerle, yazılı ve şahısların kendi el yazıları dahil her türlü ortak kabul edilebilir belgeyle ela alıp kararlarını verecektir. Bunun için örgüt arşivi tüm delegelere önceden açılacaktır; bir örgüt tarihinin nasıl adım adım, hangi emek ve kimler tarafından yükseltildiği. On yılların örgütsel tarihi, hasbelkader ve bir emirle içinde yer aldığı süreci örgütün tarihi olarak pazarlama komedyenlerinin iç yüzü ortaya konacaktır. Yargısız infazcılar, kaçkınlar, bölücüler, başka örgüt kanatları altında yoldaşlarına zalimlik yapanlar, bulunduğu her yerin rengine girmekte bir beis görmeyen “bukalemun”lar, hırsızlar, katiller, Avrupa bataklığında zindandaki yoldaşlarını ayakları altına alacak kadar onursuzlaşanlar, belgelerle, el yazılı itiraflarla tek tek açığa vurulacaktır. Ve bunlar kamuoyuna, internet ortamının ilgili tüm linklerine, basına ikircimsizce duyurulacaktır.

Örgütümüz kendisiyle ilgili karar vereceği bu tarihi kongrede kamuoyundan hiçbir şey saklanmayacaktır. Sol tarihe bir öncü girişimi daha yapacak olan örgütümüz, II. kongresinde utanacak şeyi olanların utançlarını artık sırtında taşımayacak, bunu hedef kitlesiyle, kamuoyuyla paylaşarak süreci noktalayacaktır. Bunu bu günün anlamına bağlı olarak, kurucu şehit liderlerimize karşı yükümlülüğümüzün bir sonucu olarak, önceden açıklamayı, kurumsal işleyiş ve geçmişimizle yüzleşme adına yapacağız.

DEMOKRAT OLMAK BİR ÖLÇÜDE FARKLILIKLARLA BİR ARADA YAŞAYABİLMEKTİR !..

Farklı olanlarla da bir arada olmayı bilmek, bunu sindirmek, bunu olumlu bir bütünlüğün hizmetine değer olarak kazanmak devrimci olmanın, demokrat olmanın ilk adımıdır. Bunu bilmeyenlerin örgütlü bir yapıda ya köle ya da diktatör olmaları kaçınılmazdır. Biz örgütümüzü özgür insanların, doğruları arkasında duran militanların örgütü olarak kurumlaştırdık. Bunun değerini bilmeyenlerin, diyalog dahi kurmasını bilmeyenlerin, bilgilerini farklılıklarından besleyip kararlarını oluşturmayanların sudan sebeplerle katıldıkları süreçte, sudan sebeplerle kopması kadar doğal bir şey yoktur. Bunun için gerçekten de kimileriyle yollar ebede kadar ayrılır. Şehit yoldaşlarımızın anısına bunu bir kez daha bilince çıkartmalıyız.

SİZ HiÇ ESİR DÜŞTÜNÜZ MÜ KOMUTANIM ?


/ AYŞE HÜR / Nil civarındaki kamplarda, 1918-1920 yılları arasında sadece Osmanlı esirleri arasında, yayılan pellegra hastalığı sonucu 9.900 kişi ciddi rahatsızlıklar yaşandığı, bunun 3 binin de öldüğü Osmanlı ve İngiliz belgelerinden biliyoruz. Hastalık deri sertliği ve kararması ile başlıyor, ardından sürekli ve şiddetli bir ishal geliyor, bunu akli melekelerin bozulması ve ‘erken bunama’ tablosu izliyordu. Bir iki ayda kilosu yarıya inen hasta acı içinde ölüyordu. Eğer esir düşmek, bir insanın ‘şerefsiz’, ‘korkak’, ‘hain’ veya ‘beceriksiz’ olduğunun göstergesi ise, Gazze’de İngilizlere esir düşüp Mısır’daki kamplarda tam iki yıl esir kalan Cemal Gürsel ile Cevdet Sunay’ı niye dördüncü ve beşinci cumhurbaşkanımız yaptık?

Osmanlı Aklı'nın TARİH SERÜVENİ ( I )

Bu akılla geleceği karamazsınız

Mihrac URAL

Tarih serüveni içinde, her ulusun, halkın, kültürel topluluğun tek tek bireyleri gibi, bir tür kolektif aklı olduğunu görüyoruz. Bu ortak aklın davranışı, tıpkı denizde balık sürüsünün davranışı gibi bir gövde hareketine sahiptir. Bu davranışlar bütünü bir parmak izi gibi, bir kolektif kimliktir.

Her kolektif davranışın altında yatan kolektif aklın kimliğini bilmeden onunla sağlıklı bir ilişkinin kurulamayacağı da, tarihin bizlere öğrettiği önemli bir derstir. Avrupa toplumları komşuluk ilişkileri içinde binlerce yılın didişmeleri, savaşları ve kayıplarıyla karışlıklı olarak birbirlerini yordular; karşılıklı olarak bilince çıkaramadıkları kimliklerinin altında birbirlerini ezdiler. Aynı topluluklar, bu gün birbirlerini tanımanın olanaklarıyla farklı bir tarih örmeye koyuldular. Bu adım, nesnel gelişmelerin sonucu üzerinde yükselen öznel çabalarla, eski akılların terk edilmesiyle gündeme geldi. İnsanlığa çok ileri birleşme örneği adımı da bu yeni akılla ortaya çıktı; birleşik güçler olarak tarih sahnesindeki serüvenlerine devam kararı bunun bir sonucu oluştu.

Olumsuzlukları bölge halkalarının geçmiş ilişkileri için sıralamak yanlış olmayacaktır. Ancak gelecekleri için, Avrupalıların başardıkları birleşme atılımları açısından söylemek, hala çok uzaklarda durmaktadır. Terk edilmemiş eski akıllar, yeni bir yaşam için zemin olmaktan çok uzaktır. Eski akılları çöplüğe atmak ise, herkesin kendi tarihiyle yüzleşmesini gerekli kılıyor.

Bu açıdan, ulusların, halkların ya da kültürel toplulukların kimliklerini tanımlamak için bir tarih seyrüseferine girişmek ve orda tanık olunanları çok tarafsız olmasa da, tarihçi gözüyle belirlemek, zaman zaman büyük cesaretleri gerektirir. Bu göz, kendi toplumunu tanımlama gibi, tarihle yüzleşme anlamında bir bakış çabası içindeyse, aforoz edilme tehlikesiyle karşı karşıya kalacak demektir; yabancı ise, düşman ilan edilecektir. Ancak “bu göz” olunmadan ne kendi toplumları için ne de başkaları için insan erdemlerinde tanımlanabilecek bir çabanın olduğu iddia edilemez.

Bu riskleri göze alan ve iddiayı taşıyanlar, eski akılları aşacak, yeni kuşaklara yeni akıl önermeleri yapacak girişimlerinde hiç bir tehlikeden kaçınmayacaktır. Geleceği ise bu sorumluluk kuracaktır.

Ben kendi adıma, doğrularımla yanlışlarımla bu adımı attım. İçinden biri olduğum kadar, dışından biri olarak toplumun tarihle yüzleşme cesaretini ortaya koydum. Yeni bir akıl için, eski aklın tarih serüvenini tanımlamaya çalıştım. Bu makalede, yeni bir akılla, tüm renklerimizle, ortak coğrafyamızda, barış içinde, kardeşçe yaşamı üretebileceğimize inandım.

Osmanlı Aklı’nın TARİH SERÜVENİ adlı uzun makalemde yer alan hiçbir tabiri, tarihi konumu ve anlamı dışında kullanmadım. Buna rağmen incindiğini hisseden herkesten peşinen özür dilerim. Bu makaleyi yazmaktaki amacım, düşmanlıkların sona erdiği, dostluğun kazandığı bir ortak coğrafya içinde, yeni bir akılla yeni bir yaşam kuruluşuna kendi açımdan katılmaktan ibarettir.

13 Ocak 2008

Hiç yorum yok: