BÜLENT ERSOY KADAR ERDEMLİ OLABİLMEK KRAL ÇIPLAKTIR DEYİP SAVAŞA KARŞI TAVIR ALMAK ...

Bu satırların yazarı yeryüzünde Bülent Ersoy için en son yazı yazacak kişidir. Ama şimdi destek yazısını yazmakta geç kaldığını anlayan ilk kişidir. Bir zalim savaş ortamındayız, bir ahlaksız ve pervasız cehennemi halklarımıza reva gören akılların sultası altındayız. Ortak ülkemizin vatandaşları üzerine, dış güçlerden aldığı yardım ve icazetle, top tüfek uçak ve bilcümle ölüm kusan aparatlarla, üstelik sınır ötesi operasyon düzenleyecek kadar vasıfsız bir kinle savaş yürüten bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız. Düne kadar birbiriyle çıkar çatışması içinde olan AKP ve ORDU ırkçılık, milliyetçilik, ulusalcılık adı altında kendi vatandaşları olan Kürtlere ölümü, yıkım ve kıyımı reva görmektedirler. Bunu da emir komuta zincirinin beyinsiz yaptırımlarına ve korkutmalarına bel bağlayarak, zorunlu askerlik yasasının emirleri altına yığdığı gençleri ölüme sürmektedirler. Kardeşi kardeşe katletmeye mahkum edilmektedir. Buna dur diyenler, terörist ya da terör destekçisi diye kovuşturulmakta işkence, zindan ve bin bir baskıyla susturulmaya çalışılmaktadır. Aydın onuru ve erdemi ise, bu gidişe sessiz kalmakta boynu bükük bir aciz içinde olaylara seyirci ya da şakşakçı olmaktadır. Bilim adamları, sanatçılar, ilericiler birey bazında yüz akıl olacak hiç bir tutum ortaya koyamamaktadırlar. Herkesin boyun eğdiği bir noktada 'ana' bile olmayan ve hiç bir zaman olamayacak olan Bülent Ersoy, halkının duyarlı bir sanatçısı olarak 'Kral çıplaktır' dedi. Ve bunu demesiyle de, yer yerinden oynadı. Kovuşturulmaya başlandı, insani erdemden nasibini alamamış çeyrek aydınlardan da tepki gördü. Ancak bir uyarıydı, bir mesajdı yaptığı. Bu mesaj halkların, Anadolu mozaiğinin yüreğine, beynine sağlam şekilde ulaştı ve yer etti. Kimi zaman haksız da olsa cinsel tercihleri nedeniyle, tiksintiyle yaklaşılan sanatçı Bülent Ersoy, gerçek bir anne, gerçek bir kadın, dik duruşuyla, ortaya attığı çığlıkla gerçek bir halk sever, insan olduğu dosta düşmana aynen beyan görülmüş oldu. Bülent Ersoy; ""Eğer çocuk doğurmuş olsaydım; birileri masa başında 'Sen bunu yapacaksın, o da bunu yapacak' diyecek, ben de doğurduğum çocuğu toprağa vereceğim. Var mı böyle bir şey? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, hiçbir zaman da olamayacağım. Ama insanım; insan olarak onları toprağa vermek... O anaların yüreğinin nasıl alev alev, cayır cayır yandığını ben anlayamam, ama anneler anlar. Bu normal şartlar altında bir savaş değil. Orası yazıyor, herkes de onu oynamak mecburiyetinde kalıyor. Entrika var bunun ucunda, entrikalarla başa çıkamaz...Şehitler ölmez vatan bölünmez’ hep aynı klişe laflar. Hep bunu söylüyoruz zaten. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, cenazeler… Klişeleşmeş laflar…" dedi. Bu cümleler, bir aklın haykırışı olarak, savaş karşıtı bir tutumdur. Siyasi söylemlerin bir özet haykırışı gibidir. Bu haykırış aynı zamanda, bu günün can alıcı sorununa parmak basmaktır. Anaların yanık yüreğinin sesi olmak, başına gelebilecek belalara meydan okuyarak haklı bir söylemin arkasında durmak demektir. Çoğalmasını beklediğimiz ses, gerçek barışın sevgiyle örülmüş ortak yaşamın sesi budur. Ancak bu yürekte sanatçılarımız, aydınlarımız o kadar az ki, bu azlığın verdiği şımarıklıkla pervasızlaşan savaşın karanlık prensleri acımasızca, tarihi kinleri düşmanlıkları ölümü ve lanetleri halklarımızın ruhlarına taşa nakış işler gibi işlemektedir. Bülent Ersoy bu çıkışı yapacak en son kişi sınılırdı. Ancak görüldü ki, duyarlı olmak için, halkının yürekli sesi olmak için gerçek sanatçı olmak yetiyormuş. Bülent Ersoy benim gibi yüz binlerin nezdinde de gerçek bir halk sanatçısı, erdemli bir halk sever insan olarak kendini ortaya koymuş oldu. Bunun bedelinden de hiç korkmadan 'kral çıplaktır' dedi. Kral gerçekten de çıplaktı. Çıplak kralın şaşkınlığı bundandır, saldırıları bundandır, kovuşturma ve ceza sopasıyla susturma gibi beyhude çabaları bundandır. Ersoy tüm analar adına gerekeni söyledi. Bu noktandan geriye dönülecek bir yerde kalmadı. Ersoy'un haykırışı anaların ahını dile getirmek kadar, şer ilkelliğiyle, dayatmaları ve kanlı saldırganlıklarıyla halkların başına siyasi tasallut kuranlara, başımızdan defolun gidin dedi. Bu vatan vatandaşları için vardır, insan olmadan anaların mutluluğu kalıcı olmadan, ne vatan ne de ona ait bir değerin önemi yoktur dedi. Bir gece eğlencesindeki bu çığlığın görkemli doruklarında biz gerçek sanatçının ne kadar anlamlı ve güçlü bir mesajla baskıcıları sarsabileceğine tanık olduk. Sağ olasın Bülent Ersoy. Onur ve erdemden nasibini almış tüm sanatçılar bu analar sizi bekler, Duayen olmak işte tastamam budur; korkusuzca, her tehlikeye göğüs gererek kefaretlere pabuç bırakmadan, halkın sesi, anaların sesi olmaktır. Bir çiçekle bahar geldi imajından kaçınmak, Bülent Ersoy'u bir tutumla bir yere koymak hatasına düşmemek için de iki umudumu dile getirmek istiyorum. Birincisi; Nilüfer Zengin'in bianet'te çıkan makalesinde güzelce dile gelmiştir " Umuyorum ki Bülent Ersoy üzerinde kurulan baskı ve tacizden yılmayacak ve "yanlış bir şey söylediği" hissine kapılarak insan yaşamından ve barıştan yana olmak dışında bir kusuru olmayan sözlerinden caymayacak.. Kaldı ki cayarsa bile, onu anlayacağım ve bir kere kurulmuş o değerli cümlelerin değerinden şüphe etmeyeceğim..." İkincisi; Ersoy'un bu çizgide tutarlı ve kendisiyle çelişmeyecek bu duruşun sonuçlarıyla taçlanmasını umut ediyorum. Bir çiçekle baharın gelmeyeceğini bilerek, Ersoy'dan bu tutumuyla sanatçı camiasına taşıdığı çiçeği, daha çok tutumlarla çiçek bahçesine, gerçek bir bahara dönüştürme kararlılığı göstermesini umud ediyorum...

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ
"politikanın hoyrat biçmi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir" (C.V.Clausewitz)

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

ORDULAR VE ÜLKÜLER Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir. Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır. Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır. İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır. Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir. Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!? Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur. Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır. Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir. Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.

20 Şubat 2008 Çarşamba

İMAD MAĞNİYE ARAPLARIN CHE GUEVARA'SI ŞEHİT OLDU




İMAD MUĞNİYE

ARAPLARIN CHE GUEVARA’SI ŞEHİT OLDU


Bedreddin Mahir

Bedreddin.mahir@gmail.com

http://mihracural.blogspot.com/

13 Şubat 2008

İmad Muğniye, bir kahraman, bir stratejist, bir komutan, bir halk insanı ve halklar adına bölgemizin kurtuluşu için savaşan bir şehit.

Büyük oyunların coğrafyasında dünyanın en azılı, en şeytani istihbarat teşkilatlarına kök söktüren, İsrail’e er meydanında diz çökerten bir kahraman olarak, CİA-MOSAD-Gerici Arap istihbaratlarının el birliğiyle karanlık bir pusuda şehit düştü.

Onu tüm dünya basını uzun uzun anlatacak. Bir ömre sığması mümkün olmayan etkinlikleriyle bir direnme kahramanının nasıl olacağını dost olduğu kadar düşmanda öğrenmiş olacak. Siyasi yaşamına Filistin davasına kendini adamakla başlayan, 1982 İsrail’in Lübnan’ı işgaline karşı direnişte Emel Hareketi ve sonra Hizbullah saflarında devam eden bu kahraman, Güney Lübnan’da işgal dönemi boyunca İsrail’i çaresiz hale getiren etkinlikleriyle adı bilinmeden parlayan bir yıldızdı. Çok az görünen ama mütevazi bir direniş lideri olarak, 2000 yılında İsrail’in kaçarak Güney Lübnan’dan çıkmasında en büyük rolü oynayan bir askeri komutandı.

12 Temmuz 2006 savaşında ise, on yılların birikimleri üzerine, genç yaşta on yıllar süren Arap–İsrail savaş tarihinin kaderini değiştiren rolünü oynama fırsatı bulmuştu. Bu fırsatı görkemli bir şekilde de taçlandırmıştı; İsrail, o yenilmez sanılan ABD korumalı dünyanın en güçlü silahlı kuvvetleri devletine diz çökertmede önemli roller oynamıştı. Tüm Arap ülkelerinin birleşerek yapamadığını, bir direnme örgütü olarak Hizbullah, İmad Muğniye ayarındaki liderlerle bunu başarıyordu.

Bu acı ders, ABD başta olmak üzere bölgemizde Arap gerici yönetimlerince desteklenen, İsrail kıyım ve yıkım mekanizmasına da ağır bir darbeydi. Bu özellikler, uzun zamandır aranan ve başına 25 milyon dolar ödül konulmuş olan birkaç kez suikastlardan kurtulan bu kahramanı birincil hedef haline getirmişti. Düşmanları bile “bu ayarda bir ancak CHE Guevara’yla karşılaştırılabilir” deme durumunda kalıyordu.

İmad Muğniye gerçek anlamda Arapların CHE Guevara’sıdır. Ülke ülke bölgemiz halklarının kurtuluşu için emperyalizme karşı, gericiliğe ve Siyonizm’e karşı savaşmıştır. Kalleş bir pusunun onu aramızdan alması, onlarca yeni kahramanın doğuşu için bir yol olacaktır, bir kapı aralaması olacaktır.

Bu suikastın geri planında ise çok derin denklemler bulunuyor. Bu denklemler, bölgemizi bataklığa çeviren çıkar dünyasının halklara düşmanlık ve ölüm kusan denklemlerinden başka bir şey değildir. Yaratıcı anarşi diye tanımladıkları kaos ortamı, bunun en pervasız tarzda ikamesini ifade eder. Bu ikamede ölüm ve yıkımdan başka bir şey yoktur.

Ortadoğu yazılarımda sıkça uzun uzun izah ettiğim ölüm denklemleri, emperyalistlerin Akdeniz, Ortadoğu Kafkas hattının enerji yollarını denetim altına alma çabasının bir parçası olarak kendini ifade eder. Bu yolların denetimi için Afganistan ve Irak işgal edildi. Bu amaçla İran ve Suriye vurulmak istendi. Lübnan ise Akdeniz’e açılan batı şeridiyle, yüksek dağlarıyla, bir üs yapılmak istendi. Suudi Arabistan gibi kaypak, gerici, mahkum yönetimlerin eli serbest bırakılarak işlevsizliklerine bir rol biçildi. Mısır’ın Arap sahasındaki etkinliğinin kırılması ardından, bölgede ortaya çıkan iki büyük kamp, bölgemizdeki tüm ilişki ve çelişkilerin belirlenmesinde bir odak haline gelmiş oldu.

İki kutuplu bir bölgenin oluşması, ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) çizgisinde bütünleşenlerle, direnme safı olarak bütünleşen güçleri büyük bir hesaplaşma sürecine getirmiş oldu.

Birinci kutupta, mutedil ülkeler olarak tanımlanan, ne tarihi, ne coğrafi, ne de insan potansiyelleriyle hiçbir zaman Arap aleminde olumlu varlıkları olmamış ülkelerin de için de olduğu, İsrail ve ABD- İngilizlerin etkin katılımıyla nispeten Fransızların da aldığı rollerle öbekleşmiş halk düşmanı güçler bulunmaktadır. Diğer tarafta ise, yükselen çok yönlü etkinliğiyle İran – Suriye ve direniş örgütleri yer almaktadır. Bu ikincisinde görülen o ki, direnme örgütü olmak artık bir devlet olmak gibi, hatta özgürlük bakımından daha geniş bir sahada, daha etkin olma fırsatı yaratmaktadır. Hizbullah’ın, Temmuz 2006 savaşında İsrail’e diz çökertmesiyle birlikte devletler bile, İsrail’le kozlarının paylaşımı için direnme örgütleri kurma eğilimini yükseltmiştir. Gerçekten de bölgemizde direnme örgütü yapısını kurumlaştırmamış ne devlet ne de hiçbir etkinlik üzerimize gelen bu dalgayı dizginleme durumunda olmayacaktır.

Bu denklemde direnmenin kalbi Suriye’dir. Tüm direniş ülkelerinin bölge devrimci hareketlerinin anavatanı olma esprisi de buradan gelir. İran bu saflarda etkin bir güçtür; kendi özgün ulusal çıkarları ve eğilimleri olmasına karşın gösterdiği özverili dayanışma, ideolojik ve inançsal kaynaklardan gelse de bölgede emperyalistlerin ve Siyonistlerin rahat at koşturmaları önünde hesaba alınacak en büyük güçtür. Bu da halkların korunmasında önemli değeri olan bir var oluştur. Ancak İran, direnmenin çıkarlarıyla tam bir kesişme içinde olduğunun bilinciyle halkını ve ülkesini koruma yollarından biri olarak da bunu görmektedir.

Temmuz 2006 savaşından sonra, direnme örgütleri artık eskisinden çok farklı bir yerdedir. Bölgemizin direnme örgütleri tamamen birer halk hareketidir. Halkı tarafından benimsenmiş, askeri olduğu kadar, seçim ortamlarında da en üstün başarıları göstererek, bakanları, milletvekilleri, başbakanları, hükümet kurma, gurup oluşturma gibi etkin halkın desteğine mazhar olmuşlardır. Bu gelişme, direnme örgütlerinin tarihinde görülmeyen yeni bir gelişme olarak kaydedilmektedir. Bölgemize yüklenen emperyalist-Siyonist acıların halkın bilincinde bıraktığı izlerin tepkisi olarak bu tablo, önemli bir saflaşmanın yaşandığına da göstergedir. Dini bağlamda etkin bir bilinçaltı taşımalarına karşın, bölgemize ve halklarımıza yönelik tahribatlarına karşı duyarlı bir halk gücü olarak varlık ve işlevlerini sürdürmektedir.

Bu durum, her iki kutbun en küçük meseleden en büyüğüne kadar süratle karşı karşıya gergince gelmesine yol açmaktadır. Lübnan’daki gelişmeler bunu göstermeye yeterlidir. Refik Hariri’nin 14 şubat 2005’te katledilmesiyle hayata geçirilen “Yaratıcı Anarşi” ve ardından onlarca siyasinin katledilmesi, tüm suikastların benzer araç ve yollarla yapılması bu karmaşayı kimlerin yaratmak istediğine de yeterli olmuştur; ABD ve İsrail tüm bu kirli işlerin arkasında duran güçlerdir. Bu yıkım ve kıyım güçleri, bu talan ve ölüm mekanizmaları açısından düşünen, direnen her Arap’ı öldürmelidir. Şaka gibi gelir, abartma ve mübalağa sanılır ama gerçek tastamam bu mihverde seyretmektedir. 50 yıldır oyun bu şekilde sahnelenmektedir. En iyi Arap ölü Arap siyaseti gütmektedir. Bunun sonucu en dincisinden (Hizbullah lideri Abbas el Musevi 92 de) en komünistine kadar ( Lübnan Komünist Partisi Genel Sekreteri George Havi 21 Haziran 2005), önlerine gelen tüm direnme liderleri birbiri ardınca katledilmiştir. Liberal liderler de, Refik El Hariri gibi kaos için, halkın birbirini doğraması, ellerini bulaştırmadan Arap halkının birbirini tüketmesi amacıyla da ölüm çarkını çalıştırmıştır.

Yakın dönemde Suriye’nin başkenti Şam’da bağlanacak Arap zirvesi yaklaştıkça, bu kanlı girişimlerin artması, yıkılmak istenen direnme kalesi Suriye’ye aynı türden mesajların verildiğine bir işarettir. Bölgenin en güvenli ülkesi, halkının yönetimiyle en sıkı tarzda kenetli olduğu ülkenin istikrarını bozma girişimleri, bu şer güçlerinin bölgemizde düştüğü acizden çıkmak ve direnme merkezlerine acımasız ölüm süreçlerini ikame etmek içindir. Afganistan’da bozulmaya başlayan dengeler, Irak’ta sonuçlanmayan ve bataklığa dönüşen işgal, İran ve Suriye’yi vurmanın hiç de kolay olmadığının anlaşılması, Lübnan’da yaratılan anarşinin sonuca ulaşmaması, BOP planlarını alt üst ettikçe, daha çok kana ve katliama yönelmeyi çözüm olarak dayatmaktadırlar. Bu dayatmaların aracı olan kimi yerli güçler ise, safların daha da bulanıklaşmasına, nokta eylemleriyle er meydanında kazanılmayan sonuçların pusularda alınmasına fırsat vermektedir. Bu ise kahramanların şehit olması pahasına direnmenin hattının bölgemiz için tek koruyucu kalkan olduğunu gösterir olmuştur. Halkın etkin biçimde direnme örgütlerine onay vermesi ve arkasında durması bu gerçeklerin anlattığı tarihi tecrübelerle yakından ilgilidir. İmad Muğniye’yi lider yapan, bir kahraman olarak şehit mertebesine kavuşturan veriler bölgemizin bu denklemlerinden kaynaklanmaktadır.

Bölgemizin Emperyalist-Siyonist emelleri serbest atış poligonu olması önünde en büyük engel olan ve halkların çıkarlarını kısa ve uzun erimde koruyacak olan direniş güçleri ve bunun liderleri gerçekte bölgemizin güvenliği açısından da büyük bir önemdedir. Bu açıdan Amerikan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Sean McCormack, “ ‘kitlesel katil ve terörist’ diye nitelediği Mugniye'nin yaşamadığı bir dünyanın daha iyi bir yer olacağını” söylemesi, katilin kim olduğuna yeterli bir işaret olduğu kadar, aldatmacaların çehresini açığa çıkartmak açısından da ibretle izlenmesi gereken bir duruştur. Bu cümleleri Beyaz Saray sözcüsünden, Afganistan işgali ve Irak işgali sırasındada duymuştuk; “Irak yönetiminin devrilmesi dünyanın güvenliği açısından gereklidir” denilmişti. Dönüp baktığımızda dünyamız çok daha istikrarsız ve tehlikelerle dolu bir dünya haline artan oranda bu işgallerin ardından gelmiştir demek yanlış olmayacaktır. Tarihin bilinebilen en büyük yalanı ve aldatmacasıyla Irak işgaline girişenlerin İmad Muğniye’nin katliyle bölgemize güven yerine artan bir gerginlik ve ölümcül süreçlere yenilerini eklemiş oldular.

Korkakça, ve pusularda haince girişilen bu menfur suikastın, 25 yıllık bir takibatın ardından gerçekleşmesi, bu şer güçlerin bölgemiz ve halklarımıza karşı ne türden bir kin ve intikam duygusuyla saldırdıklarını gösteriyor. 12 Temmuz 2006 savaşında Lübnan direniş güçleri karşısında aldığı ağır ve diz çökerten, prestij kıran yenilgisiyle İsrail, iç karışıklıkları ve korkunun yarattığı psikolojiyle bu eyleme girişmesi, beyhude çabaların gelip tıkandığı yere bir işaret sayılmalıdır. Dünyanın en büyük askeri tersanesiyle bir direniş örgütü karşısında alınan yenilgiyi, bir askeri lideri katletmekle telafi edeceklerini sananlar, bundan sonra galibiyet yüzü görmeyecek kadar tükenmiş durumdadırlar demektir. İsrail bu menfur suikastla hiç bir prestijini geri getiremeyecektir.

İsrail devleti, devletten çok bir terör ağı gibi çalışan ender özellikleriyle, suikast yapma kararlarını iktidar ve muhalefet üyeleriyle birlikte oylama usulüyle yapan bir tür şebekedir. Filistin halkının yetiştirdiği kurtuluş liderlerini, direniş liderlerini bu yöntemlerle birer birer tasfiye etmiştir. Ebu Cihad, Ebu İyyad (El Fetih önderleri), Dr. Fethi Şikaki (İslami Cihat Genel Sekreteri), Ebu Ali Mustafa (FHKC Genel Sekreteri), Şeyh Ahmet Yasin (HAMAS Kurucu ve Manevi Önderi), Dr. Abdulaziz Rentisi (HAMAS lideri) ve Filistin’in efsanevi lideri Yaser Arafat’ın katli hep bu yöntemle alınan kararların sonucudur. İmad’ın katli de özel bir operasyon kararıyla olmuştur. Bugün yayınlanan ve kaynakları güvenilir yazarların içinde yer aldığı Maarif gazetesi’nden, Filistin Arap milletvekilinin yaptığı aktarma çok dikkat çekicidir; “Maarif’e göre, İsrail istihbaratı, Lübnan direnişi örgütü liderlerinden ilk on sıradakileri belirleyerek ve sonra bunlardan ilk 5 lideri ‘kelle kesme’ operasyonu diye adlandırdığı bir operasyonla tasfiye etme kararı almıştır. Bu beş kişinin başında da İmad Muğniye bulunmaktadır” diye aktarmıştır. Buradan da anlaşılmaktadır ki, İsrail kanlı süreçlerine savaş öncesi dönemde hazırlıklar yapmış ve savaşın acı yenilgisiyle ve aradan geçen yıllar sonra kirli emeline varabilmiştir. Bu ölçüler tek tek analiz edilirse, artık İsrail’in ciddi bir gerileme içinde olduğu ortaya çıkmaktadır. Ne zaman açısından eskisi gibi fırsatlara sahiptir ne de başarı açısından etken değildir. İmad Muğniye gibi bir kahramanın katli önemlidir ancak direniş örgütü bu zaman zarfı içinde onlarca yeni lideri yetiştirmiş ve boşluğa yer tanımayacak bir hazırlık içinde olmuştur. Bu açıdan da İsrail hedefine varamamıştır. Artık her eylemiyle geri sayım sürecinde sürüklenen bir İsrail’le karşı karşıya bulunmaktayız.

Geri sayım başlamıştır. Bin kez galip gelse de (tüm Arap-İsrail savaşlarında olduğu gibi), bu galibiyetlerini siyasi başarıyla taçlandıramayan İsrail’in, bir kez mağlup olmakla sonun eşiğine geleceği, tükeneceği açıktır. Yüz milyonlarla sayılan nüfusuyla Arap ulusu ve coğrafyasının okyanusu içinde suni bir nokta olarak, Batılıların II. Dünya savaşındaki ahlaksız ve rezilcesine yürüttükleri Yahudi soykırımının kefaretini Arap Filistin halkına ve vatanına ödetmek amacıyla yama gibi kurdurulan bu devlet, savaşla, kıyımla, yıkımla Nazilerin yöntemleriyle bölgemizde sürdürebileceği bir yaşam türü kalmamıştır, yoktur. Bir kez mağlup olmanın yok olmakla eşit olduğu gerçeği bu verilerin sonucudur. İsrail’in mağlubiyetiyle başlayan geri sayımın anlamı da budur. İsrail’in tepkisi ve er meydanında bileğini bükemediği bir kahramanı kalleşçe pusuda avlama girişimi, böylesine bir kaygı ve korkunun sonucudur. Bunun da hesabı, gerilemenin derinleşmesinden başka bir şey olmayacaktır. Bu beyhude girişimlerle bölgemiz daha gergin ve daha kanlı süreçlere sürüklendiği de açıktır. Bu satırları yazdıktan bir gün sonra 14 Şubat 2008’de Hizbullah lideri El Seyyid Hasan Nasrullah, cenaze törenindeki konuşmasında, İsrail devleti kurucusu David Ben Gurion’dan yaptığı bir aktarmada “İsrail, Araplarla savaşında biraz toprak kazanmak ve kaybetmekle değil, ne kadar savaş kazanırsa kazansın, bir tek savaş kaybetmekle sukut eder” diye dile getirdi. Bu gerçeği İsrail devletinin kurucusunun iliklerinde hissetmesi, bölgemizde barışa en çok ihtiyaç duyanların inanılmaz bir hışımla yıkım ve kıyıma girişmelerinin altındaki kaygı ve korkuyu yansıtmaya yeterlidir. Evet İsrail bin kez kazansa da, bir kez kaybedince sukut eder, bölgedeki yaşamı köklüce tehlikeye girer. .

İmad Muğniye, 25 yıldır tüm şer istihbarat güçlerine kök söktürmüştür. Ele geçmemiş, kendini gizleyebilmiş, halkının güvenlik alanında başarıyla görevlerini sürdürebilmiştir. Bölgemizi talan etmek, kaynakları üzerindeki vesayetlerini artırmak için hızlanan girişimler ve buna çanak açan, halkından kopuk fildişi kulelerinde oturan yönetimlerin yarattığı ortamda, istihbarat teşkilatlarının cirit attığı bir kaos ortamı yaygın hale gelmiştir. ABD’nin Irak bataklığında artan çöküşüyle, Afganistan’da yeniden kendini toparlayan El Kaide ve Taliban etkinliklerinin yarattığı kaygı ve korkular, şer istihbaratlarını birbiriyle etkin dayanışmaya itmiştir. Halklarının çıkarına karşı da birleşen bu şer istihbarat güçleri içinde, Suudi Arabistan, Mısır, Ürdün Arap gericiliği adına önemli fonksiyonlar üstlenmiştir. Suudi Arabistan emiri ve babası Veliaht Sultan Bin Abdulaziz’den sonra veliaht olacak Bender Bin Sultan Bin Abdulaziz, bölgemizde bilinen ve bilinmeyen tüm karanlık işlerin içinde CİA ve MOSAD’la her türden ilişki geliştirmekte ve bölgemizin acılar içinde daha uzun yıllar kıvranması amacıyla palanlar yapılmaktadır.

Tarihi boyunca Arap vatanseverliğin temel kitlesi olan Lübnanlı Sünnileri, Refik El Hariri ve sonrası oğul Saad El Hariri kuklasıyla, kirli işlerinin kitlesel tabanı haline getirmiştir. Yaratıcı anarşinin önemli bir ayağı haline getirilen bu tecrübesiz medyatik liderler, birer kukla olarak bu süreçte halklarına karşı işlevlerde rol almaktadır. Bunun sonucu olarak direnme örgütleri ve liderleri güvenlik açısından açık hale gelip tehlikelere maruz kalması kaçınılmaz olmaktadır. ABD ve İsrail çıkarlarını bu türlerin eliyle, “temiz iş bitirme” adı altında kotarmaktadır. Elini sürmeden, kayıp vermeden, işbirlikçi çömezlerinin eliyle tasfiyeleri de yürütmektedir. Bunun için, yaşamda büyük bir tükeniş içine sürüklenen Filistinli göçmenler, lümpenler, wahhabi mezhebi köleleri olan karanlık akıllı tutucuları birer maşa olarak içinde yaşadıkları, komşuluk akrabalık gibi bin bir bağla bağlı oldukları halkın içinde serseri mayın halindeki bu türleri kullanmaktadırlar. Nitekim ABD-İsrail istihbaratlarının tüm etkinliklerine karşın 25 yıl ulaşmayı başaramadıkları bir kahramanı, iç casus ve işbirlikçilerinin takibi ve eliyle karanlık pusularda kirli emeline ulaşabilmiştir.

Bu elim sonuç da, yüksek bir istihbarat işi olduğu kadar Arap gericiliğinin, özellikle de Suudi Bender Bin Sultan Bin Abdulaziz türünden, hiçbir vatanseverlik duygusu ve bilinçaltı olmayan, ulusal bir bilinç taşımayan, vatan sathına göre küçük, zayıf ve güçsüz olan aşiretini koruma içgüdüsünden kaynaklı bir kültürü aşamamış; bu zaafları da, illaki bir dış destekle koruma ihtiyacı duyan kişilerin, son dönemlerde ardı arkası kesilmeden yapılan istihbarat teşkilatı toplantılarının “bölgeyi teröristlerinden temizleme programı”yla sonuçlanan kararları ve büyük mali kaynaklarla desteklenen girişimlerinin kirli sonuçları olarak gündeme gelmiştir.

İmad Muğniye, bu yolun lideri ve en önemli kahramanlarından biriydi. Şahadeti ona bir taçtır. Pusunun karanlık ajanları, bu korkak ve kalleş girişimle bir kez daha, halkın birleşmiş gücü karşısında ne kadar çaresiz olduğunu göstermiştir. Bu menfur girişimle, İmad Muğniye’ye karşı gösterilen kalleş saldırıyla, halkın tek özgürlük yolunun direnme olduğunu bir kez daha göstermiş oldular. Şehit düşen bu yiğidin yerine, binlerce yiğit, lider ve kahraman olarak direnme saflarında boşluk doldurarak, parlayan bir ışık olacaktır.

Halkımın yiğit evladı, kahraman lideri, mücadelen bir ışık olarak irademizde bizlere yol gösterecektir. Sen İmparatoriçemiz Zennubiya’nın torunusun, güç uygarlıklarına uygarlığın gücüyle diz çökerten bir kahramansın. Seni hiç unutmayacağız.

Hiç yorum yok: