11 Şubat 2008
TÜRBAN SORUNU VE LAİKLİĞİN İFLASI
Üniversite öğrencileri için türban serbest olsun mu olmasın mı? 21. asırda bu sorunu bize tartıştıran bir düzen tarihin çöplüğüne atılmayı hak etmiştir.
Ama Türban Sorunu toplumu bölmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu konuyu tartımaktan kaçamıyoruz maalesef. Pazar günü Kanal D'de yayınlanan 32.Gün proğramında hem islamcı hem de Atatürkçü oldukları belirten üniversiteli gençler türban üzerine tartıştılar.
Öğrencilerin birikimsizlikleri ve cahillikleri karşısında irkildim. Kimse türban neden karşı olduğunu açıklayamadı. Hep ajitatif laflar., beylik sözler! Dolayısıyla tek bir genç, türban sorununda ne yapılması gerektiği konusunda tutarlı bir görüş ileri süremedi. Anlaşılan YÖK görevini 'iyi' yapmış! Üniversiteleri bilim yuvası olmaktan çıkarmış; birikimsiz, kültürsüz öğrenci üreten bir makinaya çevirmiş.
Gerçi bir genç 'Sahte İslamcılar', 'Sahte laikçiler' gibi sözler etti İyi gerekçeler getirebilecek gibi başladı. Ama o gencin konuşması da Mehmet Ali Brand tarafından ağzına tıkandı.
Bir kısım genç, üniversite öğrencilerinin türban takmasına karşı olurken, türbanlılar da dağal olarak türbanlı olarak üniversite okuma hakkını savundular. Kimilerine göre, türban dinsel-politik bir semboldür. Bu nedenle türbana izin verilmemeli. Kimilerine göre, türban, bir bireysel giysi biçimdir. Dolayısıyla, bireysel özgürlülerimiz kısıtlanmamalı. Bu her iki yaklaşım da tek yanlıdır. Çünkü türban, günümüzde, hem dinsel-politik bir sembol, hem de giysi biçimidir.
Almanya'daki durumu aktarmakta yarar görüyorum: Bundan bir kaç yıl önce de, Alman mahkemesi, haç sembolünün okul veya sınıf duvarlarında asılı olmasını yasaklamıştı. Çünkü haç sembolü, dinsel bir semboldü ve kamu hizmeti veren alanlarda dinsel sembollere yer yoktu. Şunu bilmekte yarar var: Öğrenciler Almanya'da türbanlı veya baş örtüsü ile derslere girebilmektedirler. Burada bir sorun yok. Çünkü öğrenciler, kamu hizmeti vermiyor, kamu hizmetinden yararlanıyor. Ayrıca Almanya'da da türban ve baş örtüsü dinsel sembol sayılıyor. Bu nedenle türbanlı-baş örtülü olanlar, kamu görevi sırasında baş örtüsü ve türban takamıyorlar.
Şimdi gelelim asıl konuya: Türbanlı kızlar, üniversiteyi bitirdikten sonra da, devlet görevlisi olarak türbanı giymeyi savunuyorlarsa, o zaman gidişat iyi değildir. Kimileri türban sorununu, 'suni' ve toplumunun gündemini 'saptırmaya' yarayan bir sorun görüyor. Evet, bu düşünce gerçekliğin bir kısmını yansıtmaktadır. Ama bazı sorulara cevap vermekten uzaktır. Örneğin başka bir şey değilde, neden 'irtica' ve 'türban' konuları gündeme gelmektedir? Demek ki, bu sorunların toplumsal bir temeli var. Zaten toplumsal temeli olmayan bir şeyin suni olarak gündeme getirilmesi münkün değildir.
Türkiye'de üniversitelerde görevli yüzlerce profesörler, akademisyen türbana destek veriyorsa, durum vahim hale gelmiş demektir. Demek ki, akademik dünyada Siyasal İslama doğru entellektüel bir kayış var. İtalyan Marksisti Gramsci, burjuvazinin geleneksel entelleküelleri ile proletaryanın organik aydınlardan bahsederdi.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye'de geleneksel aydınlar arasında, Siyasal İslama doğru bir kayış yaşanmaktadır. Bir başka deyişle, Siyasal İslamın hegomanyasını kabul etmeye bir TARİHİ BLOK oluşuyor. Geleneksel entellektüellerden oluşan bu TARİHİ BLOK önümüzdeki süreçte damgasını vurmaya çalışacak. Hele Türkiye sosyalistlerinin bir kısmı da 'özgürlük' adına Türbana destek veriyorsa, bu durum BLOK'un entellektüel etkisinin boyutunu göstermektedir. Siyasal İslam, Türkiyeyi, siyasal ve entellektüel olarak kuşatmıştır.
Önce şunu saptayalım. Tefeci-bezirganlığın en önemli özelliklerinden biri sinsi bir politika izlemesidir. Amacına ulaşmak için, kendini koşullara uydurur ve her kılığa girer. Komünizm düşmanı olur. 'Demokrat' kesilir. 'Özgürlükçü' oduğunu ileri sürer vb.
Türban sorununa, dar bir pencereden bakmak doğru olmaz. Dolayısıyla türban sorununu, yalnızca ideolojik ve politik açıdan ele almak tek taraflı ve yüzeysel bir yaklaşım olur. Türban Sorununu, ekonomik-toplumsal ve tarihsel açıdan da ele almak gerekir. Türkiye, gerçek bir burjuva demokratik devrimi yaşamamış bir ülkedir
Klara Zetkin'in bir sözü vardı: 'Faşizm sosyalist devrimi başaramayan işçi sınıfının ödemek zorunda olduğu bedeldi.' Bu söz bana şunu çağrıştırıyor: 'Türkiye'de Siyasal İslamın yükselişi, din doğmatizmi ve teolojiyle hesaplaşmayan bir toplumun ödediği bedeldir.'
Nasıl faşizm, burjuva demokrasinini yetmezliğinin bir ifadesi ise, Siyasal İslamın yükselmesi de, 'Doğu tipi burjuva laikliği'nin iflasının bir belirtisidir. Dine, ideolojik ve siyasal açıdan yaklaşan kemalist laiklik anlayışının çöküşüdür. Üç alanda (ulus, din, insan sorunu) burjuva ideolojisiyle hesaplaşmaya girişilmelidir. Yoksa bırakın yeni bir uygarlık kurmayı, Türkiye'nin gerçek bir demokratikleşmesi bile sağlanamaz.
Türban sorunu sosyolojik açıdan ele almadan yapılacak değerlendirmeler yüzeysel olacaktır. Türbanın Sosyolojisini gelecek yazımızda ele alalım.
***********************
Bir Yorum: TÜRBAN
”Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı, yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.”
Türban, tartışılıyor. Türban, gündemi değiştirmek için tartışılıyor.
Türban, tarihten silinmek istenen Kürtlere karşı, “karadan ve “havadan” operasyonların yapıldığı bir ortamda tartışılıyor. Amaç bellidir: Başbakan Receb Tayyip Bey ve oligarşik partisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Dağlıca’da uğradığı “hezimet” ve “küçüklüğü” örtbas etmek için, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’la anlaşarak, uydurduğu bir “saptırmadır.” Bu, danışıklı bir siyasettir. Bunu kim ciddiye alır?
Özünde türban; Türkiye’de, defalarca kez suç işleyen, demokrasi ve insan hakları düşmanı, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı kurtarma eylemidir! Birinci, noktadır.
İkincisi şu: Hâlâ insanların kiyafeti ile uğraşmak, tek kelime ile “ilkelliktir!” İnsanlar, ister “sakal” isterse “turban”... herkes istediği kiyafeti ile okula, üniversiteye gidebilmelidir!
Üç: Türkiye’de, şuanki, “turban” ve “laik” tartışmaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin, hâlâ, oturmamışlığını gösteriyor. Bu, şu demektir:
Türkiye Cumhuriyeti, gerçek anlamda, “laik” bir devlet olmamıştır. Türkiye, eski rejimden “radikal” anlamda bir kopuşu yaşamamıştır. Türkiye Devletin bir resmi dini vardır: Sunniliktir! Diyanetişleri Bakanlığı, bu resmi dine hizmet eder. Bunları artık öğrenme zamanı geldiğini düşünüyorum.
Peki, devlet –din ; eğitim – din; Diyanet İşleri; İlahiyet Fakülteleri, İmam Hatip Okullarının, devletin eğitim sistemi içinde bütünleştiği bir sistemde, laik bir devletten bahsetmek mümkün mü?
Dört: Türkiye’de yapılan askeri darbeler, yukarda yazdıklarımın kanıtıdır: Darbelerle birlikte, hem dinci partileri yasaklamak, hem de dinci partilerden daha dinci olmak, Türkiye’de dinin devletle bütünleştiğini gösteriyor. Budur.
Beş: Şuanda ”dini” ve ”türbanı” tekrar göndeme taşımanın nedenleri var. Açıktır:
Türkiye’de, Kemalizm tek başına ”Kürt Sorununu” önlemeğe” yetmiyor. Kürt kalkışmasını önlemenin ya da önüne geçmenin biricik yolu: laiklik ve türban kampanyaları yürütmektir.Yapılan budur.
Altı: Bizler, geleceğin sosyalist aydınları olarak, ”dinciler” ve ”türbancılar” arasında temel farkımız vardır: Şuan ki, burjuva düzeninin gerisine gitmeyiz; ama bizler kapitalist düzenin sonrasını savunuruz!..
Laik bir devletin yaratılmasından yanayız. Bu şu demektir:
Devletin ne resmi, ne de gayri-resmi bir dini olmamalıdır. Fikret Başkaya Hocanın yazdığı gibi, ”devlet dinden eleni çekmelidir!”
Sunni devletin baskısı altında yaşayan Alevilik ve diğer dinsel inanç üzerindeki yasaklar derhal kaldırılmalıdır…
Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.
*********
GELENEK, İNANÇ, SİYASET ve TESETTÜR
************************
STRATEJİK KARARLAR ve MECLİS
Mihrac Ural
Mircihan@gmail.com
http://mihracural.blogspot.com/
06 Şubat 2008
Bu gün 6 Şubat 2008, bir ülkenin geleceğiyle ilgili kararların alınması gereken ve de Büyük Millet Meclisi denilen yerde türban sorunuyla ilgili anayasa değişikliği amacıyla bir toplantı yapılıyor.
Meclis gibi bir yerde, anayasa gibi o ülke topraklarında yaşamını ortak değerler etrafında belirleyecek olan bir hukuk metninde, insanların stratejik gelecekleriyle ilgili kararlar almak yerine, tersi amaçlarla karaların tartışılıp çözülmeye çalışıldığı gözlemleniyor.
Ülkeler, meclislerinde ülkedeki tüm varlıkları ilgilendiren stratejik kararlar alırlar. Oysa bu gün bu ülke uzun zamandır yaşamakta olduğu kimliksizliğini ya da anlamak istemediği çok kimlikli yapısını daha da bölücü tarzda derinleştirmek ve kaosa sürüklemek için Büyük Milletinin Meclisini alet yapmaktadır; stratejik gerginlikler için, bölücülük ve tek boyutlu kararlar için anayasalarını değiştirecek kadar hesapsız süreçlere cehennem kapıları açılmaktadır. Sokakların kimi duyguları, ortak ülkemizin barışçıl yaşamını sağlayacak paydalardan çıkmak amacıyla kararlar vermektedir. Bu ülkede her varlığın ve inancın haklarının özgürlük içinde kullanılabilir olması uğruna kuşaklar boyu mücadele ettiğimiz siyasal doğrularımızdır.
Bizim siyasal düşüncemizin özgürlüğü için kimse bir katkı yapmazken, bizler her alanda inancı için türban takmak isteyenlere özgürlük dedik ve yasaların bunun hizmetinde, yeniden şekillendirilmesi gereklidir dedik. Ancak bugün yapılan, ülkemizin ortak bir vatan olduğu gerçeği üzerinde galebenin kaba hoyratlığıyla tepinmeden ibarettir.
Ayrı varlıkları yok edecek, tek boyutlu bir başka rejim inşasının adımlarıdır. Bu adım ülkenin ortak yüksek idealleriyle ilgisiz olduğu kadar, ihtimali her geçen gün gerileyen ortak yaşamına da indirilen bir darbedir. Kimliksizlik bir tür ülküsüzlüktür. Tek boyutluluktur, ülkemiz tek boyutlu bir siyasal algılayış libasına sığmayacak kadar büyük varlıklardan oluşmuş bir alandır. Bu zorlamalar kalabalığın gürültüsü altında mevzi sonuçlar alsa da bunun sonu büyük bir hüsran olmaktan kurtulamaz.
Bu ülkeye demokrasinin geleceği yol bu yol değildir. Bu yol diktatörlüklerin, cehennemi iktidarların yolunu döşemekten başka bir işe yaramaz. Ülkede yaşayan mozaiği hiçe sayanların, inançlar arasındaki dengeyi pervasız ve dinsiz tarzda dumura uğratacak bu türden kararları, laikliği din haline çevirenlerin tarih içinde yürüttükleri baskı ve haksızlıkları, çok çirkince tekrar etme durumunda bırakacaktır.
Bu anlam da, türban özgürlüğü talebi yönündeki anayasa değişikliği tartışması ve oylaması gerçekte bir inanç özgürlüğü çabası değildir ve hiçbir zaman olmayacaktır da. Zira bu ülkenin en kadim tarihinden bu yana, inanç özgürlüğü acımasız bir tarzda çiğnenmiş, farklılıklar sindirilip yok edilmeye çalışılmıştır. Anadolu’nun tek boyutlu bir dinsel ve mezhepsel rengin egemenliği altına girişinin başka bir izahı da yoktur. Sorunları 21. yy bilgi evreninde klasik bir “Osmanlı Aklı” yöntemiyle çözme alışkanlığının nüksetmesi, artık bu devletin egemenliği altında yaşamı bir kez daha sorgulamayı gündeme getirmekten bizi alıkoymayacak kadar derin tehlikeler boyutuna gelmiştir. Var olmanın, özgür ve adil bir yaşam düzeneği içinde yer almanın; artık kimseyi tanımlamayan ortak üst kimlikten çok alt kimliklerin hak ve özgürlüklerinin sonuç almasına bağlı olmaya başlaması, bu sürecin kaçınılmaz sonucudur. Kimse kimseyi buraya nasıl gelindi diye suçlamasın.
Bu cehennemin yolları, işte bu tür kıymeti kendinden menkul meclislerde nükseden Osmanlı aklının yığdığı kaoslarda döşenmektedir.
****************
TÜRBAN'DA ÖZGÜR OLMALI
******
TÜRBAN ve KURAN
Bedreddin Mahir
İslam’da Türban farz değildir. Dinde farz olan, kişi ayrımına tabi olmaz; cariye-özgür ayırımı yapmaz. Farzın, yakın akraba önünde ya da yabancılar önünde uygulanmasında ikircimliği olmaz; her zaman ve mekanda kendini ifade eder. İslam’da farz, altı değil, beş’tir.
Türban, Medine’nin Kozmopolit koşullarında bir simge olarak, özgür Müslüman kadını, köle ve cariye Müslüman kadından ayırt etmek ve tacizlerden korumak adına, süslerin örtülmesi için önerilmiştir. Kuranda da bu çerçeve içinde yer alan tüm ayetler kadının süsünü örtmesinden bahsetmiştir. Süs ise, Kuran’ın hiçbir yerinde kadın uzuvlarından biri olarak tanımlanmamıştır. Kuran’da süs ise, geçtiği her ayette açık ve sarih olarak, taşınan, takılan bir meta olarak belirlenmiştir.
Tarihin derinliklerinde de başörtüsü ritüelik bir simge olarak başladı. Zaman zaman kadının üretimde yer alışının bir ihtiyacı, sosyal yaşamdaki süsü olarak devam etti. Tarih içinde inanç güdüleriyle başlayıp süse dönüşen binlerce olgu gibi, baş bağlamakta aynı yolu izlemiştir. Türban ise, bunu tersten izledi, Peygamber döneminde bir takı-simge olarak, farklı olanı tanımla aracı olarak başlayıp sonradan inanca dönüştürüldü.
Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonu olurlardı.
*********
Mihrac URAL
3.
“Osmanlı Aklı”nın,
Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler,
inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.
İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.
Bu katliam nedir, kimin işi ne adına? Bu Osmanlı aklından kurtulun artık Anadolu kan ağlıyor hala
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder