BÜLENT ERSOY KADAR ERDEMLİ OLABİLMEK KRAL ÇIPLAKTIR DEYİP SAVAŞA KARŞI TAVIR ALMAK ...

Bu satırların yazarı yeryüzünde Bülent Ersoy için en son yazı yazacak kişidir. Ama şimdi destek yazısını yazmakta geç kaldığını anlayan ilk kişidir. Bir zalim savaş ortamındayız, bir ahlaksız ve pervasız cehennemi halklarımıza reva gören akılların sultası altındayız. Ortak ülkemizin vatandaşları üzerine, dış güçlerden aldığı yardım ve icazetle, top tüfek uçak ve bilcümle ölüm kusan aparatlarla, üstelik sınır ötesi operasyon düzenleyecek kadar vasıfsız bir kinle savaş yürüten bir siyasal iktidarla karşı karşıyayız. Düne kadar birbiriyle çıkar çatışması içinde olan AKP ve ORDU ırkçılık, milliyetçilik, ulusalcılık adı altında kendi vatandaşları olan Kürtlere ölümü, yıkım ve kıyımı reva görmektedirler. Bunu da emir komuta zincirinin beyinsiz yaptırımlarına ve korkutmalarına bel bağlayarak, zorunlu askerlik yasasının emirleri altına yığdığı gençleri ölüme sürmektedirler. Kardeşi kardeşe katletmeye mahkum edilmektedir. Buna dur diyenler, terörist ya da terör destekçisi diye kovuşturulmakta işkence, zindan ve bin bir baskıyla susturulmaya çalışılmaktadır. Aydın onuru ve erdemi ise, bu gidişe sessiz kalmakta boynu bükük bir aciz içinde olaylara seyirci ya da şakşakçı olmaktadır. Bilim adamları, sanatçılar, ilericiler birey bazında yüz akıl olacak hiç bir tutum ortaya koyamamaktadırlar. Herkesin boyun eğdiği bir noktada 'ana' bile olmayan ve hiç bir zaman olamayacak olan Bülent Ersoy, halkının duyarlı bir sanatçısı olarak 'Kral çıplaktır' dedi. Ve bunu demesiyle de, yer yerinden oynadı. Kovuşturulmaya başlandı, insani erdemden nasibini alamamış çeyrek aydınlardan da tepki gördü. Ancak bir uyarıydı, bir mesajdı yaptığı. Bu mesaj halkların, Anadolu mozaiğinin yüreğine, beynine sağlam şekilde ulaştı ve yer etti. Kimi zaman haksız da olsa cinsel tercihleri nedeniyle, tiksintiyle yaklaşılan sanatçı Bülent Ersoy, gerçek bir anne, gerçek bir kadın, dik duruşuyla, ortaya attığı çığlıkla gerçek bir halk sever, insan olduğu dosta düşmana aynen beyan görülmüş oldu. Bülent Ersoy; ""Eğer çocuk doğurmuş olsaydım; birileri masa başında 'Sen bunu yapacaksın, o da bunu yapacak' diyecek, ben de doğurduğum çocuğu toprağa vereceğim. Var mı böyle bir şey? Bir çocuğun ne demek olduğunu ben sizler gibi bilemem. Ben anne değilim, hiçbir zaman da olamayacağım. Ama insanım; insan olarak onları toprağa vermek... O anaların yüreğinin nasıl alev alev, cayır cayır yandığını ben anlayamam, ama anneler anlar. Bu normal şartlar altında bir savaş değil. Orası yazıyor, herkes de onu oynamak mecburiyetinde kalıyor. Entrika var bunun ucunda, entrikalarla başa çıkamaz...Şehitler ölmez vatan bölünmez’ hep aynı klişe laflar. Hep bunu söylüyoruz zaten. Çocuklar gidiyor, kanlı gözyaşları, cenazeler… Klişeleşmeş laflar…" dedi. Bu cümleler, bir aklın haykırışı olarak, savaş karşıtı bir tutumdur. Siyasi söylemlerin bir özet haykırışı gibidir. Bu haykırış aynı zamanda, bu günün can alıcı sorununa parmak basmaktır. Anaların yanık yüreğinin sesi olmak, başına gelebilecek belalara meydan okuyarak haklı bir söylemin arkasında durmak demektir. Çoğalmasını beklediğimiz ses, gerçek barışın sevgiyle örülmüş ortak yaşamın sesi budur. Ancak bu yürekte sanatçılarımız, aydınlarımız o kadar az ki, bu azlığın verdiği şımarıklıkla pervasızlaşan savaşın karanlık prensleri acımasızca, tarihi kinleri düşmanlıkları ölümü ve lanetleri halklarımızın ruhlarına taşa nakış işler gibi işlemektedir. Bülent Ersoy bu çıkışı yapacak en son kişi sınılırdı. Ancak görüldü ki, duyarlı olmak için, halkının yürekli sesi olmak için gerçek sanatçı olmak yetiyormuş. Bülent Ersoy benim gibi yüz binlerin nezdinde de gerçek bir halk sanatçısı, erdemli bir halk sever insan olarak kendini ortaya koymuş oldu. Bunun bedelinden de hiç korkmadan 'kral çıplaktır' dedi. Kral gerçekten de çıplaktı. Çıplak kralın şaşkınlığı bundandır, saldırıları bundandır, kovuşturma ve ceza sopasıyla susturma gibi beyhude çabaları bundandır. Ersoy tüm analar adına gerekeni söyledi. Bu noktandan geriye dönülecek bir yerde kalmadı. Ersoy'un haykırışı anaların ahını dile getirmek kadar, şer ilkelliğiyle, dayatmaları ve kanlı saldırganlıklarıyla halkların başına siyasi tasallut kuranlara, başımızdan defolun gidin dedi. Bu vatan vatandaşları için vardır, insan olmadan anaların mutluluğu kalıcı olmadan, ne vatan ne de ona ait bir değerin önemi yoktur dedi. Bir gece eğlencesindeki bu çığlığın görkemli doruklarında biz gerçek sanatçının ne kadar anlamlı ve güçlü bir mesajla baskıcıları sarsabileceğine tanık olduk. Sağ olasın Bülent Ersoy. Onur ve erdemden nasibini almış tüm sanatçılar bu analar sizi bekler, Duayen olmak işte tastamam budur; korkusuzca, her tehlikeye göğüs gererek kefaretlere pabuç bırakmadan, halkın sesi, anaların sesi olmaktır. Bir çiçekle bahar geldi imajından kaçınmak, Bülent Ersoy'u bir tutumla bir yere koymak hatasına düşmemek için de iki umudumu dile getirmek istiyorum. Birincisi; Nilüfer Zengin'in bianet'te çıkan makalesinde güzelce dile gelmiştir " Umuyorum ki Bülent Ersoy üzerinde kurulan baskı ve tacizden yılmayacak ve "yanlış bir şey söylediği" hissine kapılarak insan yaşamından ve barıştan yana olmak dışında bir kusuru olmayan sözlerinden caymayacak.. Kaldı ki cayarsa bile, onu anlayacağım ve bir kere kurulmuş o değerli cümlelerin değerinden şüphe etmeyeceğim..." İkincisi; Ersoy'un bu çizgide tutarlı ve kendisiyle çelişmeyecek bu duruşun sonuçlarıyla taçlanmasını umut ediyorum. Bir çiçekle baharın gelmeyeceğini bilerek, Ersoy'dan bu tutumuyla sanatçı camiasına taşıdığı çiçeği, daha çok tutumlarla çiçek bahçesine, gerçek bir bahara dönüştürme kararlılığı göstermesini umud ediyorum...

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ
"politikanın hoyrat biçmi olan savaşı önlemenin en doğru yolu bizat politikanın anlamını ve yönünü değiştirmektir" (C.V.Clausewitz)

HAKSIZ VE ZALİM SAVAŞIN ORDUSU VE ÜLKÜSÜ

ORDULAR VE ÜLKÜLER Tüm ordular, bir imparatorluğun, bir ulusun, bir ülkenin tarih içindeki yaşam seremonisinin özeti bilinçaltı gibidir. Ordunun ülküsü varlığının temeli olduğu kadar gücüdür de. Bu ülkünün gerçekliği, derinliği, o ordunun gerçekliği, başarısı ve insicamının temel kaynağıdır. Gerçekçi stratejik bilinç taşıyan bir ordu bunu, gerçekçi kaynaklardan alarak beslenir. Her siyasal yapılanma, her devlet, her ne çağda olursa olsun ordu kurabilir. Bu ordu çok güçlü de görülebilir. Ancak stratejik bilinci, ülküsü gerçekçi unsurlarca oluşmamışsa, bir vehim ise, bileşkesinin tecanüsü geçici ve sahte ise, o ordunun elindeki güç yeryüzünün en büyük gücü de olsa, ilk ciddi çatışmada kendini gösterecek ve başarısızlığıyla dağılıp gidecektir. Orduların stratejik bilincini, ülküsünü oluşturan etmenlerin içinde binlerce unsur bulunur. Bu tarihsel stratejik bilinç yüzyılları devşire devşire ilerler. İstikrarlıdır; kökleri büyük oranda toprağa ve o toprakları yaşama ilk kez açmış ve yeniden açmaya devam etmiş yerli halklara, onların sosyal ilişki araçları arasındaki en önemeli unsuru ise anadile dayalıdır. Orduların stratejik bilincini tarih serüveni içinde daha ileri süreçleri taşıyacak gerçekçi yapı budur. Diğer unsurlar ise birer teferruat olarak kalır. Teferruattan teferruata da fark vardır elbette. Mali gücün oynadığı rol gibi. Orduların tarihinde mali güçle ilgili yapılan çözümlemeler de haklıdır. İspanyol kaptanların dediği gibi ‘Zafer, en son escudo kimdeyse ondadır” ya da Napolyon’a atfedilen ‘ordular midesi üzerinde yürür’ tabirinde anlam bulan mali gücün önemi gibidir; ve haklı olarak, “Tarihte, yokluk ve düzensizliğin mahvettiği orduların sayısı düşmanlarca mahvedilenlerden çok fazladır” denebilir. (Paul Kennedy, Büyük güçlerin Yükselişi ve Çöküşleri s:85. Türkiye İş Bankası kültür yayınları, 2. baskı) Ancak yeryüzünün hiçbir mali kaynağı, belli bir ideal, kanaat, amaç, etrafında stratejik bir bilinç taşımamış bir orduyu kalıcı bir zafere götüremez. Bu durumda, -varsa- savaş meydanlarında kazanılmış bir zafer o da büyük bir hezimetin ilk günü sayılacaktır. Bu ilke ister ilkel çağların köleci imparatorluklarında, ister feodal çağların sınırsız din savaşlarında, ister ulus oluşumu ve sonrası ordularda olsun, ülküsüz bir ordu, ülküsü gerçekçi olmayan bir ordu hiçbir mali olanağı ayakta tutamaz. Mali olanakta orduların gücü ve kararlılığıyla ilgili çok önemli bir unsur olsa da teferruat sınıfından bir malzeme olarak görülmelidir. Ordulara güç veren etmenler teferruatlar değildir. Hiç bir maddi kaynak, silah, teknoloji, lojistik güç, büyük eğitimlerden geçmek, sayıca üstün olmak, güç için yeterli değildir. Gücün kaynağı ve ana zemini, doğru siyasettir. Savaş, siyasetin başka araçlarla devamından başka bir şey değildir. Bu savaşı yürütecek olan ordu da, doğru bir siyasi temel üzerinde kurumlaşmamış ve doğru siyasi bir hedef üzerine yola çıkmamışsa, diğer tüm etmenler bir teferruat olarak kalmaya mahkumdur. Orduların kuruluş amaçları, ilkeleri, stratejileri yani ülküleri, toprağına bağlılıktan ve o toprağı ilk kez yaşama açmış ve açmaya devam eden halktan almamış ve o halkın ideallerini bütünsel olarak temsil etmiyorsa, en küçük bir sorunda tıkanıp kalmaya, sonuçta da çözülmeye mahkumdur. Savaşta ve barışta orduları güçlü ya da güçsüz kılan bu etmenlerdir. Ülküsü, kendi insan kaynaklarına ve bileşkelerine sağlıklı olarak dayalı olan ordular, söz konusu toplulukların, yaşadığı toprakları ve güvenliğini sağlamada çok daha etkendir. Bu ordular girdiği haklı her savaşı kazanırlar. Ve aynı zamanda bu stratejik bilinç, orduların ana yönelimini belirler; amaçlar, yapılanma, kısa ve uzun hedefleri belirler. Gerisi teferruat kalır, ne kadar önem taşısalar da!? Bu açıdan her ordu, kuruluşundan itibaren, her yeniden yapılanmasında üzerinde önemle durulan değerleri vardır. Bu değerler, genellikle tarihsel kararlılığı olan verilerdir: Topraktır, ülkedir ve mütecanis olan ortak bir tarihi serüvenden çıkıp gelmiş, ortak acı ve iyi gün yaşamış bir biçim altında toplumsal olarak örgütlenmiş halktır, ulustur. Tarihin her döneminde Ordular bu bilinçle kendi doğrultularını belirlerler. Roma ordusu, Bizans ordusu, İngiliz, Fransız ordusu ve tüm dünya ordularının durumu budur. Ancak kimi ordular vardır ki, tarihsel bilinçleri, ülküleri, inançları oldukça yapaydır!.. Verileri sahtedir. Gerçekleri yansıtmakta yetersizdirler ya da doğrulardan çok arzu edilen dar çıkarların ifadesidir. Yani teferruatlar üzerinde kurgulanmış ve kurumsallaştırılmıştır. Bu tür ordular, ilk büyük kapışmada, ilk büyük krizde, ilk sarsıntıda çözülüp gitme durumunda kalacaktır. Stratejik bilinç, gerçeklere dayanmalıdır, kökleri olmalıdır. Ordular bu bilincin gerçekliğini toprağa bağlı halkın kesintisiz ve iradevi, gönüllü desteğiyle hissederek kendi gücüne ve ülküsüne inanma ve onunla tutarlı olma durumunda olmalıdır. Bu ister ilkel devletlerin orduları, ister feodal imparatorlukların isterse çağdaş ulusal devlet orduları ya da ülkeleri açısından bir ortak bölen olarak belirmektedir. Feodal çağlardan kapitalist çağlara, modern ulusların oluşumuna yöneldikçe parçalanıp giden imparatorluk ordularının ya da ulus adı altında örgütlendiği sanılan zoraki birleşmelerle ortaya çıkmış çok uluslu devlet ordularının parçalanmasında bu etken temel rol oynamıştır. Stratejik bilinç, kararlılık oluşmamıştır. Geçici bir döneme ait kalmıştır ve dönem değişince de anlamı ve işlevi yok olmuştur. Roma ordularının stratejik bilinci, inancı ve ülküsü, Roma’yı ve sömürgelerini korumaktı; ancak orada kalınmayıp tüm dünyaya yayılmaya başlanınca gerçeklerinden koptukça, ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir. Bizans’ta öyle olmuştur. Ülküsünün gerçekliğinde ayakları yere basmasından çıkıp, Tüm dünyaya yayılmaya başlayınca gerçeklerinden kopmuş ve ilk sarsıntıda dağılıp gitmiştir.

20 Şubat 2008 Çarşamba

Türban Sorunu ve Laikliğin İflası-Osmanlı Aklı- Ermeni Jenosidi ve Kürtleri inkarı

11 Şubat 2008



TÜRBAN SORUNU VE LAİKLİĞİN İFLASI

YENER ORKUNOĞLU




Üniversite öğrencileri için türban serbest olsun mu olmasın mı? 21. asırda bu sorunu bize tartıştıran bir düzen tarihin çöplüğüne atılmayı hak etmiştir.
Ama Türban Sorunu toplumu bölmeye devam ediyor. Dolayısıyla bu konuyu tartımaktan kaçamıyoruz maalesef. Pazar günü Kanal D'de yayınlanan 32.Gün proğramında hem islamcı hem de Atatürkçü oldukları belirten üniversiteli gençler türban üzerine tartıştılar.
Öğrencilerin birikimsizlikleri ve cahillikleri karşısında irkildim. Kimse türban neden karşı olduğunu açıklayamadı. Hep ajitatif laflar., beylik sözler! Dolayısıyla tek bir genç, türban sorununda ne yapılması gerektiği konusunda tutarlı bir görüş ileri süremedi. Anlaşılan YÖK görevini 'iyi' yapmış! Üniversiteleri bilim yuvası olmaktan çıkarmış; birikimsiz, kültürsüz öğrenci üreten bir makinaya çevirmiş.
Gerçi bir genç 'Sahte İslamcılar', 'Sahte laikçiler' gibi sözler etti İyi gerekçeler getirebilecek gibi başladı. Ama o gencin konuşması da Mehmet Ali Brand tarafından ağzına tıkandı.
Bir kısım genç, üniversite öğrencilerinin türban takmasına karşı olurken, türbanlılar da dağal olarak türbanlı olarak üniversite okuma hakkını savundular. Kimilerine göre, türban dinsel-politik bir semboldür. Bu nedenle türbana izin verilmemeli. Kimilerine göre, türban, bir bireysel giysi biçimdir. Dolayısıyla, bireysel özgürlülerimiz kısıtlanmamalı. Bu her iki yaklaşım da tek yanlıdır. Çünkü türban, günümüzde, hem dinsel-politik bir sembol, hem de giysi biçimidir.
Almanya'daki durumu aktarmakta yarar görüyorum: Bundan bir kaç yıl önce de, Alman mahkemesi, haç sembolünün okul veya sınıf duvarlarında asılı olmasını yasaklamıştı. Çünkü haç sembolü, dinsel bir semboldü ve kamu hizmeti veren alanlarda dinsel sembollere yer yoktu. Şunu bilmekte yarar var: Öğrenciler Almanya'da türbanlı veya baş örtüsü ile derslere girebilmektedirler. Burada bir sorun yok. Çünkü öğrenciler, kamu hizmeti vermiyor, kamu hizmetinden yararlanıyor. Ayrıca Almanya'da da türban ve baş örtüsü dinsel sembol sayılıyor. Bu nedenle türbanlı-baş örtülü olanlar, kamu görevi sırasında baş örtüsü ve türban takamıyorlar.
Şimdi gelelim asıl konuya: Türbanlı kızlar, üniversiteyi bitirdikten sonra da, devlet görevlisi olarak türbanı giymeyi savunuyorlarsa, o zaman gidişat iyi değildir. Kimileri türban sorununu, 'suni' ve toplumunun gündemini 'saptırmaya' yarayan bir sorun görüyor. Evet, bu düşünce gerçekliğin bir kısmını yansıtmaktadır. Ama bazı sorulara cevap vermekten uzaktır. Örneğin başka bir şey değilde, neden 'irtica' ve 'türban' konuları gündeme gelmektedir? Demek ki, bu sorunların toplumsal bir temeli var. Zaten toplumsal temeli olmayan bir şeyin suni olarak gündeme getirilmesi münkün değildir.
Türkiye'de üniversitelerde görevli yüzlerce profesörler, akademisyen türbana destek veriyorsa, durum vahim hale gelmiş demektir. Demek ki, akademik dünyada Siyasal İslama doğru entellektüel bir kayış var. İtalyan Marksisti Gramsci, burjuvazinin geleneksel entelleküelleri ile proletaryanın organik aydınlardan bahsederdi.
Öyle anlaşılıyor ki, Türkiye'de geleneksel aydınlar arasında, Siyasal İslama doğru bir kayış yaşanmaktadır. Bir başka deyişle, Siyasal İslamın hegomanyasını kabul etmeye bir TARİHİ BLOK oluşuyor. Geleneksel entellektüellerden oluşan bu TARİHİ BLOK önümüzdeki süreçte damgasını vurmaya çalışacak. Hele Türkiye sosyalistlerinin bir kısmı da 'özgürlük' adına Türbana destek veriyorsa, bu durum BLOK'un entellektüel etkisinin boyutunu göstermektedir. Siyasal İslam, Türkiyeyi, siyasal ve entellektüel olarak kuşatmıştır.
Önce şunu saptayalım. Tefeci-bezirganlığın en önemli özelliklerinden biri sinsi bir politika izlemesidir. Amacına ulaşmak için, kendini koşullara uydurur ve her kılığa girer. Komünizm düşmanı olur. 'Demokrat' kesilir. 'Özgürlükçü' oduğunu ileri sürer vb.
Türban sorununa, dar bir pencereden bakmak doğru olmaz. Dolayısıyla türban sorununu, yalnızca ideolojik ve politik açıdan ele almak tek taraflı ve yüzeysel bir yaklaşım olur. Türban Sorununu, ekonomik-toplumsal ve tarihsel açıdan da ele almak gerekir. Türkiye, gerçek bir burjuva demokratik devrimi yaşamamış bir ülkedir
Klara Zetkin'in bir sözü vardı: 'Faşizm sosyalist devrimi başaramayan işçi sınıfının ödemek zorunda olduğu bedeldi.' Bu söz bana şunu çağrıştırıyor: 'Türkiye'de Siyasal İslamın yükselişi, din doğmatizmi ve teolojiyle hesaplaşmayan bir toplumun ödediği bedeldir.'
Nasıl faşizm, burjuva demokrasinini yetmezliğinin bir ifadesi ise, Siyasal İslamın yükselmesi de, 'Doğu tipi burjuva laikliği'nin iflasının bir belirtisidir. Dine, ideolojik ve siyasal açıdan yaklaşan kemalist laiklik anlayışının çöküşüdür. Üç alanda (ulus, din, insan sorunu) burjuva ideolojisiyle hesaplaşmaya girişilmelidir. Yoksa bırakın yeni bir uygarlık kurmayı, Türkiye'nin gerçek bir demokratikleşmesi bile sağlanamaz.
Türban sorunu sosyolojik açıdan ele almadan yapılacak değerlendirmeler yüzeysel olacaktır. Türbanın Sosyolojisini gelecek yazımızda ele alalım.



***********************

Bir Yorum: TÜRBAN



FADIL ÖLMEZ


”Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı, yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.”
Türban, tartışılıyor. Türban, gündemi değiştirmek için tartışılıyor.

Türban, tarihten silinmek istenen Kürtlere karşı, “karadan ve “havadan” operasyonların yapıldığı bir ortamda tartışılıyor. Amaç bellidir: Başbakan Receb Tayyip Bey ve oligarşik partisi, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Dağlıca’da uğradığı “hezimet” ve “küçüklüğü” örtbas etmek için, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’la anlaşarak, uydurduğu bir “saptırmadır.” Bu, danışıklı bir siyasettir. Bunu kim ciddiye alır?

Özünde türban; Türkiye’de, defalarca kez suç işleyen, demokrasi ve insan hakları düşmanı, Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı kurtarma eylemidir! Birinci, noktadır.

İkincisi şu: Hâlâ insanların kiyafeti ile uğraşmak, tek kelime ile “ilkelliktir!” İnsanlar, ister “sakal” isterse “turban”... herkes istediği kiyafeti ile okula, üniversiteye gidebilmelidir!

Üç: Türkiye’de, şuanki, “turban” ve “laik” tartışmaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin, hâlâ, oturmamışlığını gösteriyor. Bu, şu demektir:

Türkiye Cumhuriyeti, gerçek anlamda, “laik” bir devlet olmamıştır. Türkiye, eski rejimden “radikal” anlamda bir kopuşu yaşamamıştır. Türkiye Devletin bir resmi dini vardır: Sunniliktir! Diyanetişleri Bakanlığı, bu resmi dine hizmet eder. Bunları artık öğrenme zamanı geldiğini düşünüyorum.
Peki, devlet –din ; eğitim – din; Diyanet İşleri; İlahiyet Fakülteleri, İmam Hatip Okullarının, devletin eğitim sistemi içinde bütünleştiği bir sistemde, laik bir devletten bahsetmek mümkün mü?

Dört: Türkiye’de yapılan askeri darbeler, yukarda yazdıklarımın kanıtıdır: Darbelerle birlikte, hem dinci partileri yasaklamak, hem de dinci partilerden daha dinci olmak, Türkiye’de dinin devletle bütünleştiğini gösteriyor. Budur.

Beş: Şuanda ”dini” ve ”türbanı” tekrar göndeme taşımanın nedenleri var. Açıktır:

Türkiye’de, Kemalizm tek başına ”Kürt Sorununu” önlemeğe” yetmiyor. Kürt kalkışmasını önlemenin ya da önüne geçmenin biricik yolu: laiklik ve türban kampanyaları yürütmektir.Yapılan budur.

Altı: Bizler, geleceğin sosyalist aydınları olarak, ”dinciler” ve ”türbancılar” arasında temel farkımız vardır: Şuan ki, burjuva düzeninin gerisine gitmeyiz; ama bizler kapitalist düzenin sonrasını savunuruz!..

Laik bir devletin yaratılmasından yanayız. Bu şu demektir:
Devletin ne resmi, ne de gayri-resmi bir dini olmamalıdır. Fikret Başkaya Hocanın yazdığı gibi, ”devlet dinden eleni çekmelidir!”

Sunni devletin baskısı altında yaşayan Alevilik ve diğer dinsel inanç üzerindeki yasaklar derhal kaldırılmalıdır…
Herkese saygımız vardır; ama siyasal yapıyı yaşadığımız düzenin gerisine çekmek isteyenlere ”hoşgörü” ile bakmayacağımızı da açıkça ilan ediyoruz.


*********

GELENEK, İNANÇ, SİYASET ve TESETTÜR





AYŞE HÜR: Sonuç olarak örtünme ile gelenek, inanç ve siyaset arasındaki ilişkileri analiz etmek kolay değil. Ancak toz duman arasında görülen o ki, insanlık tarihi boyunca gelenek de, inanç da, siyaset de tüm enerjisini kadını ‘görünmez’ kılmaya, en azından toplumsal hayattan dışlayarak eve hapsetmeye hasretmiş. Muhafazakarlar bu işi kadını örterek yapmış, modernleşmeciler açarak yapmış. Belki de meselenin çözümü sadece kadın ve erkek cinsleri arasındaki ilişkilerde yatıyor. Bu haftayı, Osmanlı ve Türk kadınının 700 yıllık ‘görünür olma’ mücadelesine bir göz atmaya ayırdık. Kadının kendi bedeni ve kendi hayatı konusunda bizzat kendisinin söz sahibi olacağı bir dünya özlemiyle, herkese iyi okumalar….



************************


STRATEJİK KARARLAR ve MECLİS

Mihrac Ural

Mircihan@gmail.com
http://mihracural.blogspot.com/
06 Şubat 2008

Bu gün 6 Şubat 2008, bir ülkenin geleceğiyle ilgili kararların alınması gereken ve de Büyük Millet Meclisi denilen yerde türban sorunuyla ilgili anayasa değişikliği amacıyla bir toplantı yapılıyor.

Meclis gibi bir yerde, anayasa gibi o ülke topraklarında yaşamını ortak değerler etrafında belirleyecek olan bir hukuk metninde, insanların stratejik gelecekleriyle ilgili kararlar almak yerine, tersi amaçlarla karaların tartışılıp çözülmeye çalışıldığı gözlemleniyor.

Ülkeler, meclislerinde ülkedeki tüm varlıkları ilgilendiren stratejik kararlar alırlar. Oysa bu gün bu ülke uzun zamandır yaşamakta olduğu kimliksizliğini ya da anlamak istemediği çok kimlikli yapısını daha da bölücü tarzda derinleştirmek ve kaosa sürüklemek için Büyük Milletinin Meclisini alet yapmaktadır; stratejik gerginlikler için, bölücülük ve tek boyutlu kararlar için anayasalarını değiştirecek kadar hesapsız süreçlere cehennem kapıları açılmaktadır. Sokakların kimi duyguları, ortak ülkemizin barışçıl yaşamını sağlayacak paydalardan çıkmak amacıyla kararlar vermektedir. Bu ülkede her varlığın ve inancın haklarının özgürlük içinde kullanılabilir olması uğruna kuşaklar boyu mücadele ettiğimiz siyasal doğrularımızdır.

Bizim siyasal düşüncemizin özgürlüğü için kimse bir katkı yapmazken, bizler her alanda inancı için türban takmak isteyenlere özgürlük dedik ve yasaların bunun hizmetinde, yeniden şekillendirilmesi gereklidir dedik. Ancak bugün yapılan, ülkemizin ortak bir vatan olduğu gerçeği üzerinde galebenin kaba hoyratlığıyla tepinmeden ibarettir.

Ayrı varlıkları yok edecek, tek boyutlu bir başka rejim inşasının adımlarıdır. Bu adım ülkenin ortak yüksek idealleriyle ilgisiz olduğu kadar, ihtimali her geçen gün gerileyen ortak yaşamına da indirilen bir darbedir. Kimliksizlik bir tür ülküsüzlüktür. Tek boyutluluktur, ülkemiz tek boyutlu bir siyasal algılayış libasına sığmayacak kadar büyük varlıklardan oluşmuş bir alandır. Bu zorlamalar kalabalığın gürültüsü altında mevzi sonuçlar alsa da bunun sonu büyük bir hüsran olmaktan kurtulamaz.

Bu ülkeye demokrasinin geleceği yol bu yol değildir. Bu yol diktatörlüklerin, cehennemi iktidarların yolunu döşemekten başka bir işe yaramaz. Ülkede yaşayan mozaiği hiçe sayanların, inançlar arasındaki dengeyi pervasız ve dinsiz tarzda dumura uğratacak bu türden kararları, laikliği din haline çevirenlerin tarih içinde yürüttükleri baskı ve haksızlıkları, çok çirkince tekrar etme durumunda bırakacaktır.

Bu anlam da, türban özgürlüğü talebi yönündeki anayasa değişikliği tartışması ve oylaması gerçekte bir inanç özgürlüğü çabası değildir ve hiçbir zaman olmayacaktır da. Zira bu ülkenin en kadim tarihinden bu yana, inanç özgürlüğü acımasız bir tarzda çiğnenmiş, farklılıklar sindirilip yok edilmeye çalışılmıştır. Anadolu’nun tek boyutlu bir dinsel ve mezhepsel rengin egemenliği altına girişinin başka bir izahı da yoktur. Sorunları 21. yy bilgi evreninde klasik bir “Osmanlı Aklı” yöntemiyle çözme alışkanlığının nüksetmesi, artık bu devletin egemenliği altında yaşamı bir kez daha sorgulamayı gündeme getirmekten bizi alıkoymayacak kadar derin tehlikeler boyutuna gelmiştir. Var olmanın, özgür ve adil bir yaşam düzeneği içinde yer almanın; artık kimseyi tanımlamayan ortak üst kimlikten çok alt kimliklerin hak ve özgürlüklerinin sonuç almasına bağlı olmaya başlaması, bu sürecin kaçınılmaz sonucudur. Kimse kimseyi buraya nasıl gelindi diye suçlamasın.

Bu cehennemin yolları, işte bu tür kıymeti kendinden menkul meclislerde nükseden Osmanlı aklının yığdığı kaoslarda
döşenmektedir.


****************

TÜRBAN'DA ÖZGÜR OLMALI

Bu baskıcı rejim kökten değişmeli. Tüm inançlara özgürlük ve adil bir paylaşım olanağı tanınmalı. Birini savunurken diğerini ihmal etmek ise, özgürlüğü tek boyutlu bir siyasal baskı aracı haline dönüştürür. Devlet tüm varlıkların özgürlüğünü koyuyabilecek bir devlet olmadıkça, ortak yaşamının bir gereğide kalmayacaktır.Türbanına özgürlük isteyenler, düşünce özgürlüklerine, diğer inançların özgürlüklerine, kimlik haklarıyla ilgili özgürlük taleplerine, kendilerinin istediği ölçekte de giyim özgürlüklerine de sahip çıkmakla yükümlü olduklarını göstermedikçe, galebenin baskısıyla kazanacakları haklar bir zulüm aracı olmaya mahkumdur. Tam bu noktada inanç özgürlüğü, vekaleti kimden alınmış belli olmayan, kıymeti kendinden menkul siyasal baskı aracı haline dönüşür. Allah ise bu vekaleti peygamberine bile vermemiştir. Ortak özgürlük talepleri bir bütün olarak ortak bir payda etrafında ikame edilmeden gerçek özgürlük için bu kararlar yeterli olmayacaktır. tersine birer baskı aracı haline dönüşecektir.




******



TÜRBAN ve KURAN


Bedreddin Mahir

İslam’da Türban farz değildir. Dinde farz olan, kişi ayrımına tabi olmaz; cariye-özgür ayırımı yapmaz. Farzın, yakın akraba önünde ya da yabancılar önünde uygulanmasında ikircimliği olmaz; her zaman ve mekanda kendini ifade eder. İslam’da farz, altı değil, beş’tir.


Türban, Medine’nin Kozmopolit koşullarında bir simge olarak, özgür Müslüman kadını, köle ve cariye Müslüman kadından ayırt etmek ve tacizlerden korumak adına, süslerin örtülmesi için önerilmiştir. Kuranda da bu çerçeve içinde yer alan tüm ayetler kadının süsünü örtmesinden bahsetmiştir. Süs ise, Kuran’ın hiçbir yerinde kadın uzuvlarından biri olarak tanımlanmamıştır. Kuran’da süs ise, geçtiği her ayette açık ve sarih olarak, taşınan, takılan bir meta olarak belirlenmiştir.

Tarihin derinliklerinde de başörtüsü ritüelik bir simge olarak başladı. Zaman zaman kadının üretimde yer alışının bir ihtiyacı, sosyal yaşamdaki süsü olarak devam etti. Tarih içinde inanç güdüleriyle başlayıp süse dönüşen binlerce olgu gibi, baş bağlamakta aynı yolu izlemiştir. Türban ise, bunu tersten izledi, Peygamber döneminde bir takı-simge olarak, farklı olanı tanımla aracı olarak başlayıp sonradan inanca dönüştürüldü.

Örtünme dinin temel inanç unsuru olsaydı, Eskimolar peygambersiz Müslümanlar olarak, inanç şampiyonu olurlardı.






*********




Mihrac URAL



3.
“Osmanlı Aklı”nın,
Ermeni jenosidi ve Kürtleri inkarı
Osmanlının yürüttüğü son katliam olan Ermeni jenosidi, buna önemli bir örnek teşkil eder. Ermeniler, kendi uygarlık katkılarıyla Anadolu’ya renk katan, bölgemizin en eski uluslarından olup, ”katli vaciptir” denilerek yurtları yakılmış, eski çağların bile tanık olmadığı bir vahşetle toptan sürgüne mecbur edilerek, 1,5 milyon insanı katledilmiştir; sürgünde ayakları telef olan uygar insanlar, Aziz Paşa’dan ayakkabı talep edince, “Rahat yürüsünler diye bunlara ayakkabı giydirin” diyerek verdiği emirle, “ayaklarına at nalı çakılmıştır”. Aç çocuklara, yüksekten sarkıtılmış ipe bağlı ekmekle, tavşan kaç tazı tut oyunu oynayarak işkence yapan, “su içerken yılan bile dokunmaz” erdemini ayaklar altına alarak, susuzluktan yerdeki su birikintisine yüzü koyun uzanıp su içen insanları topluca kurşuna dizen bir vahşet yaşanmıştır. Dünya kamuoyunca tüm çirkefliğiyle bilinen bu katliamın Osmanlı sorumluluğunda olmasına karşın, TC. dahi bu kirli mirası reddetmeye yanaşmamış, Osmanlıyı savunmuştur; Maktulleri, katil ilan ederek saldırıya geçmiştir. Gerçekler sürekli inkar edilerek, yadsımaya dayalı bir düşünce sistematiği kurulmuştur. “Resmi tarih” diye ünlenen tezler,

inkarların tarihi olarak topluma dayatılmıştır.

İnkar etmek var olan gerçeğin yükümlülüğünden kaçmanın en kestirme yolu olarak “Osmanlı aklı” tarafından ikame edilmiştir. Bu aklın mihverinde dolaşan aydınlar, hatta solcu geçinen milliyetçiler, Osmanlıyı, İttihat ve Terakkiyi ve liderlerini, TC’yi ve Osmanlı artığı padişahları, Ermeni jenosidinden aklamak için, cürümü Teşkilatı Mahsusa’ nın iki silahşörü, Mülazım Halil ve Çerkez Ahmet adlı eşkıyanın sırtına yıkmaktadırlar. Cemal Paşa’nın bu iki eşkıyayı astırması sonucunda da, Ermeni jenosidinin hukuki hak arama kapıları tamamıyla kapatılabileceği düşünülmüştür. Ayrıca, katliama yol açan “Türk intikam duygularının körüklenişi, Ermenilerin tek ulusçu çıkar arayışları ve yabancı desteğine” mal edilerek, katilin değil, maktulün suçlanmasına gidilmiştir. ( Taner Akçam, bu inanılmaz denklemi “Türk Ulusal Kimliği ve Ermeni Sorunu” adlı kitabında kurmaya çalışmıştır. Bu kitaba karşı eleştirilerimiz, Mihrac Ural, “Ermeni Jenosidi ve Küçük Enver ( Taner Akçam )” adlı broşürde ele alındı). Böylece “Osmanlı aklı”, maktulleri katil ilan etme ayrıcalığına sahip olduğu da açığa vurulmuş oluyor. Bu akıl yöntemi bu gün tüm çirkefliğiyle, Kürtlerin her türden var oluşunun inkarı için çalışmaktadır.















Bu katliam nedir, kimin işi ne adına? Bu Osmanlı aklından kurtulun artık Anadolu kan ağlıyor hala






Tarihi tüm yönleriyle sahiplenebilmektir asalet; hatalarıyla sevaplarıyla. Tarihte her ulusun, milliyetin ve imparatorlukların, kanlı ve kirli işleri olabilir. Bunun, kullanılabilir sanılan cürümlerini öğünme aracı yapmak kadar olumsuzluklarının da sorumluluğunu aynı cüretle sahiplenmek gerek. Bu dengeyi kurmayı becerememiş ya da kurmakta acze düşmüş olanlar, ne kadar inkar etmeye çalışsalar da, hala çözülmemiş ciddi sorunları var demektir. Ermeni konusu gibi bir dizi konu ülkemizin temel sorunları arasında süre geliyor olmasının anlamı da budur. Tarihte en kanlı kıyımlara rağmen başarılamamış tasfiyeler ve asimilasyonların bu günün küresel ilişkileri içinde başarılması mümkün değildir. İnkarcılıkla da bu sorumluluktan sıyrılmanın olanağı yoktur. Bu bataklıktan kurtulmak gerek. Bunun yolu ise tarihle cesurca yüzleşip, gelecek için kabul edilebilir ortak toplumsal projelerin geliştirilmesi gerek. Eski akılları terk etmek ve çağdaş ölçüler içinde herkesin ortak olacağı ve sorumluluk alacağı bir barış coğrafyasının kurgulanmasına ve tecellisine, ikamesine yönelmek gerek. Bu ise bu ülkenin hepimize ait olduğunu bir birimize yeniden, bir kez daha ve bin kez daha kanıtlamaktan geçiyor. Tek tekçi siyaset bu çağa ait değildir. Bunda ısrar edenler, ebedi sandıkları tekellerini de kaybetmeyi göze alan kumarbazlardır. Hiçbir ulus gelecek kuşaklarının kaderini bu türlerin elinde rehin bırakamaz. Diğer temel sorunlar gibi, Ermeni sorunu olduğu kadar, Kürt ve Hatay sorununun da çözümü buradan geçecektir…








Hiç yorum yok: